4 Aralık 2012 Salı

Hayatın kadın bakışıyla anlam kazanması dileğiyle…


Bazen, son sözlerimizi söylediğimiz zamanlarda başlar dökülmeye tek tek cümleler. Çünkü ne olursa; hep o son cümlelerde ortaya çıkar, dile gelir tüm söyleniseceler. Sonlar; kaybediş, yok oluş, var olmayış şeklinde vuku bulur tüm zamanlarda… Dolayısıyla tüm bunlar beraberinde harekete yansır, bir dinamizm ihtiyacını doğurur.
Bir şeyi yazmanın en zor kısmıdır ilk paragrafı oluşturmak; bu nedenle kendimi harekete geçirmek için son sözle başladım… İyi ki de öyle yapmışım. İlk paragrafın son cümlesinde, ‘’ doğurur’’ kelimesini kullanır kullanmaz; beynimde, kadın –beden ilişkisi canlanmaya ve dolayısıyla bedenin, beden üretmesine (anne-bebek) dair şekillenen kavramlar, sorular, sorgulamalar uçuşmaya başladı bile…
-Evde,okulda , iş yerinde, sokakta yani var olduğu her yerde- zihni üretken kadının, aynı zamanda bedeninin de üretken oluşu, onu başka şekilde konumlandırıyor; kadın başkalarınca da başka şekilde konumlandırılıyor. Fakat dile gelen analık\analık duygusu gibi toplumsal normlara sıkıştırılmış çokça tartışılagelmiş olmakla beraber; bunu kabul eden –etmeyen kadın olgusu karşımıza çıkmaktadır. Kimimiz anne olmayı reddediyorken, kimimiz bu söylemin içinde yoğrulup bir gün anne olmayı bekliyoruz. Anne olmak duygusunu sosyal olarak varoluşumuzu tamamlama aşamasıymış gibi düşünüp, buna göre hareket ediyoruz. Yani bize verilen\bahşedilen annelik görevinin, tamamlanması gerekir; aksi takdirde yarımızdır, eksiğizdir. Bir de üstelik net bir durum var: muhakkak doğurmak gereği hissedersin, senden çıkmalıdır bir başka beden. Hatta bir başkasının çocuğuyla evrimini tamamlayamazsın, evlatlık çocukla anne olamamışsındır; çünkü o çocuk evlatlıktır, evlat değildir. Yani o da tam değildir… Gel gelelim burada olanın, aslında ne olması gerektiğine; söylemin üzerimizde ne kadar güçlü toplumsal baskılar yarattığı aşikar olmakla beraber, toplumsal baskı zehirinin bir panzehiri de vardır: Karşı söylem oluşturmak! Ben anne olmak, sadece bedeniyle üreten kadın olmak istemeyebilirim. Evlatlık çocuk almak isteyebilirim. Bedenimi reddedip, zihnimle var olmayı isteyebilirim. Bana verilen, verildiği söylenen tüm sosyal rolleri reddedebilirim. Dolayısıyla seçim benimdir ve bizimdir; bizim olmalıdır aslında… ‘’Her kadın annelik duygusunu tatmalı\tadacak’’ söylemini içselleştirip, kendimize buna göre bir yol mu çiziyoruz, yoksa gerçekten içimizden geldiği gibi: ‘Evet bu beden benim ve yumurtalarımı döllemek istemiyorum.’ da diyebiliyor muyuz? Bu haliyle tam bir kargaşa yaşayan ve bu kargaşayla beraber, bedenini ne yönde eğitmesi gerektiği ile ilgili karar verebilen kadınlar mıyız yoksa? “Vücudumuz bizim ve kimsenin bize bir şey dayatmasına gerek yok! Kendi kararımızı kendimiz verebiliriz!” mi diyoruz yoksa?
Söz konusu ettiğim, analık\annelik ile başlayan yazımda, kadın bedeninin uyandırdığı ilk çağrışımlara da değinmek istiyorum: Seks , seks işçiliği, bekaret (dolayısıyla namus –bu kod, zihinlerde virüs halini almışa benziyor -), seks objesi gibi kavramlar kadın denilince ilk zihne gelenler arasında, hem de her kesim tarafından…
Neden peki?
Neden çokça, neden çok. Neden?
Bedenin, beden ürettiğinin görülmesi ile başladı belki de hikaye. Dolayısıyla bu, kadını ‘meta-makine anne’ haline getirmiş oldu. Çıplak arzu nesnesi haline getirilen kadın, sosyal hayatın kimi zaman dışına atıldı, kapatıldı, susturuldu, öldürüldü, gizlendi… Kadındı yasaktı, kadındı, sırdı. Bilimden bilgiden uzaklaştırılması gerekendi; çünkü cadıydı. Çünkü sıra dışıydı. Hem bedenin hem de zihnin üretiyor oluşu erk olan için katlanılamazdı. Bu nedenle kadını ayrıştırıp, ötekileştirmek, dışlamak gerekiyordu kadın ancak böyle durdurulabilir ve rahatça yönlendirilebilirdi. Ve böylece benim, kadının üç dönemi diye adlandırdığım şablon çıktı ortaya:
Kadın, tarihte ilk olarak toplayıcılık yaptı; ikinci olarak aklını gösterdi fakat çok tehditkar bulunduğundan ucubeleştirildi üçüncü dönemde ise bedenine yönelik estetik saptamaların içerisine savruldu.Fakat kadın bedenini de zihnini de kendisi yönetmesi gerektiğini biliyordu her üç dönemde de kadın susmadı sesini yükseltti yükseltebildiği kadar; yanacağını ,öleceğini bilmesine rağmen…
Velhasılı kelam kadın güçtü ve bu gücü ellerinde tutmaları gerekiyordu.
Ne yapmalıydı ,nasıl yapmalıydı?
Bedenin ve zihnin yasaklanması ,saklanması, parçalanması hatta var edilmemesi gerekiyordu. Bir virüs çıkardılar ortaya; sonra da olan oldu ‘estetik virüsü ‘ dedim buna ben …Bu bir projeydi; çıplak kadın (yani estetize olarak yaratılan; sadece var olan kadın) projesi !
Reklamlarda dizilerde resimlerde fotoğraflarda sergilendiler ve içimize kadar işlediler. Bu yani ‘estektik virüsü’ kadına dayatılan kadınla çağrıştırılagelen bir terim halini aldı sonra ; ve olan oldu kadın arzu nesnesiydi safi bedendi ve biçimlendirilmesi gerekiyordu. Böylece çıplak estetik beden projesi kendiliğinden vücut buldu. Başladık kendimizi yontmaya yonttukça da yontmaya… Bedenlerimizle uğraşmaya koyulduk. Biz buna eğilmişken erk bizim için durmadan alternatif bedenler yarattı benzeşmeye başladık. Bir şeyler yanlış gidiyordu (ki hala da devam etmesine rağmen) fakat aradan gel zaman git zaman birileri elini kaldırdı hayır bu böyle olmaz olmamalı dedi. Sonra dünyanın her bir yerinden sesler duymaya başladık;isyan eden kabul etmeyen kadınların sesiydi bu sesler. Bu sesler bizi bize hatırlatan seslerdi. Erk kabul ederek varolamayacağımızın sesleriydi. Erk bizi şekillendirmemeliydi, biz kendimizi nasıl görüyorduk ve esas olan buydu. Sadece görsel bir nesne değil kendi hayatlarımızın öznesi olmalıyız diye haykıran kadın sesleri…
Ne olursan oldan önce bir şeydi bu önce kendin ol’du bu!
Savaşan kadınlar;bilimde sanatta müzikte siyasette her ama her alanda var olan ,olmaya devam eden kadınlar olarak bu beden de bu hayatta bizim diyor !
Halay çekip zılgıtlar atıyoruz ;inadına isyan inadına isyan diyoruz ;)

Didem


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder