4 Aralık 2012 Salı

Başlarken...


Kadın cinsinin ilk sömürüldüğü mekanizmayla, cinsellikle devam ediyoruz yolumuza… Bütün ekonomik temelli sınıf tanımlamalarını bir kenara atıp, ilk sömürü sınıfı olarak tarihi yeniden yazıyoruz, kalemle-kağıtla, inançla ve çığlıklarla haykırdığımız sloganlarımızla verdiğimiz örgütlü cins mücadelesini, bu sayıda bedenini özgür yaşam uğruna, ölüme-açlık grevine sermiş kadınlar için yazarak, yükseltiyoruz.

Kadının özgürleşmesini, kimseden talep etmeden, erkek dünyanın bütün saldırılarını deşifre ederek, durmadan örgütlenerek, büyüyerek yazıyoruz. Kadın sınıfını erkek sömürüsünden çekip çıkaracak tek dinamizmin kadın olduğunun farkındalığıyla, 3 yaşındaki Dilan’ı unutmayarak, üniversite okuduğumuz için ahlaksız sayılmaktan çekinmeyerek, Siirt ve diğer tecavüz davalarının daimi takipçileri ve erkeklere başkaldırmış kadınlar olarak yazıyoruz.

İşkencelerde, bedenimiz üzerinden bizi tacizlerle, tecavüzlerle yenmeye çalışan, önce namusu bedenimize hapsedip ardından namus için bedenimizi paramparça eden polis devlete karşı yazıyoruz.

Eve hapseden, hapsettikleri evlerde tecavüz eden sonra da intihara zorlayan babalara, ağabeylere, kardeşlere karşı yazıyoruz.

Bedenimizi danteller, tüller içinde 34 kalıba sokmaya çalışan, sömürü halkların beden gücüyle çıkardıkları petrolleri dudağımıza ruj, gözümüze rimel yapan egemen-kapitalist devletlere karşı yazıyoruz.

Rızamızı kendi hazları üzerinden belirleyen, tecavüzcüleri koruyan erkek yargısına karşı ‘Kadın beyanı esastır’ diyerek yazıyoruz.

Sözde sosyal devletin, Kürt kadınlarının anadillerine uyguladığı tecrite karşı, kadın üzerinden yaşamsallaştırılan bütün asimilasyon politikalarına karşı yazıyoruz.

Yine, yeniden söylüyoruz: Kadın kimliğini sömürmeye dönük erkek uygulamaları politiktir. Bedenimize, kimliğimize, irademize dönük her türlü kırım politikasını kadın dokunuşuyla yeryüzünden silmek için,buradayız!!!

Sesimiz, nefesimiz olmak için cezaevlerinde kadın kimliğiyle direnişi yükselten kadınlara selam olsun; talepleriniz taleplerimizdir!

Ruşen S.

“MEŞRULAŞMIŞ” TECAVÜZLER


"Kadın nedir, kimdir?" diye sorarsanız verilecek yanıtların çoğu genel anlamda cinsellikle ilgili bir sürü söylencedir. Bir kadına bile kadının tanımalamasını, ilk etapta “kadın” sözcüğünden ne anladığını söylerseniz aşağı yukarı vereceği  yanıtlar geleneksel  yargıların ışığında betimlenen söylemler olacaktır. Toplumun belleğine kazanan ön yargılar ve geleneksel algı, kadını ve kadına dair şeyleri o kadar çok kuşatmış ki; bir kadın bile olsanız, eril zihniyetin yansımaları damarlarınıza, benliğinize işleyiveriyor. Bu algılar, adlandırmalar kadının toplumsal yaşamdaki konumundan başlayıp, özel hayatına değin sinsice giriveriyor; nasıl davranması, neleri eylemesi gerektiğine dair tahakküm kuruyor.
Cinsel birleşmenin yasal güvence altına alındığı “evlilik kurumu” bu adlandırmaların cisimleştiği yerlerden sadece birisi. Çoğu defa bu kurumun legalliği çerçevesinde kadın kocası tarafından tecavüze uğruyor, istemediği  birlikteliği ifa etmek zorunda bırakılıyor. Neredeyse bütün kadınların muzdarip olduğu fakat dillendirmekte çekimser kaldığı bu durum, kadını ve cinselliğe dair yargılarını karamsarlığa itiyor. Çekimserliğinin farklı farklı nedenleri olabiliyorken, ilk sırayı genelde toplumsal yığın tarafından oluşturulan, genel kanı haline gelen söylenceler oluşturuyor. Neymiş; kadın kocasının tacizlerine göz yummalıdır, ne de olsa kocasıdır, ona istediğini yapabilmelidir, dayak atabilmelidir mesela, dilediğince ve istediğince tecavüz edebilmedilir; eğer göz yummazsa kadınlık görevini yapmamış sayılır. Bu tür ifadelerin bir kadını ne kadar çok yaraladığını bilmiyorlar. Kadının bedeninde ve hissizleşen hislerinde açtığı yarayı tezahür edemiyorlar. Üstelik bunu en yakınındaki kocası, babası, annesi, çocuğu, hiç tanımadığı biri yapıyor. Bence bütün kadınların birleşip şunu söylemesi lazım:

”BANA TECAVÜZ  ETMEYİN”

Derya

Hayatın kadın bakışıyla anlam kazanması dileğiyle…


Bazen, son sözlerimizi söylediğimiz zamanlarda başlar dökülmeye tek tek cümleler. Çünkü ne olursa; hep o son cümlelerde ortaya çıkar, dile gelir tüm söyleniseceler. Sonlar; kaybediş, yok oluş, var olmayış şeklinde vuku bulur tüm zamanlarda… Dolayısıyla tüm bunlar beraberinde harekete yansır, bir dinamizm ihtiyacını doğurur.
Bir şeyi yazmanın en zor kısmıdır ilk paragrafı oluşturmak; bu nedenle kendimi harekete geçirmek için son sözle başladım… İyi ki de öyle yapmışım. İlk paragrafın son cümlesinde, ‘’ doğurur’’ kelimesini kullanır kullanmaz; beynimde, kadın –beden ilişkisi canlanmaya ve dolayısıyla bedenin, beden üretmesine (anne-bebek) dair şekillenen kavramlar, sorular, sorgulamalar uçuşmaya başladı bile…
-Evde,okulda , iş yerinde, sokakta yani var olduğu her yerde- zihni üretken kadının, aynı zamanda bedeninin de üretken oluşu, onu başka şekilde konumlandırıyor; kadın başkalarınca da başka şekilde konumlandırılıyor. Fakat dile gelen analık\analık duygusu gibi toplumsal normlara sıkıştırılmış çokça tartışılagelmiş olmakla beraber; bunu kabul eden –etmeyen kadın olgusu karşımıza çıkmaktadır. Kimimiz anne olmayı reddediyorken, kimimiz bu söylemin içinde yoğrulup bir gün anne olmayı bekliyoruz. Anne olmak duygusunu sosyal olarak varoluşumuzu tamamlama aşamasıymış gibi düşünüp, buna göre hareket ediyoruz. Yani bize verilen\bahşedilen annelik görevinin, tamamlanması gerekir; aksi takdirde yarımızdır, eksiğizdir. Bir de üstelik net bir durum var: muhakkak doğurmak gereği hissedersin, senden çıkmalıdır bir başka beden. Hatta bir başkasının çocuğuyla evrimini tamamlayamazsın, evlatlık çocukla anne olamamışsındır; çünkü o çocuk evlatlıktır, evlat değildir. Yani o da tam değildir… Gel gelelim burada olanın, aslında ne olması gerektiğine; söylemin üzerimizde ne kadar güçlü toplumsal baskılar yarattığı aşikar olmakla beraber, toplumsal baskı zehirinin bir panzehiri de vardır: Karşı söylem oluşturmak! Ben anne olmak, sadece bedeniyle üreten kadın olmak istemeyebilirim. Evlatlık çocuk almak isteyebilirim. Bedenimi reddedip, zihnimle var olmayı isteyebilirim. Bana verilen, verildiği söylenen tüm sosyal rolleri reddedebilirim. Dolayısıyla seçim benimdir ve bizimdir; bizim olmalıdır aslında… ‘’Her kadın annelik duygusunu tatmalı\tadacak’’ söylemini içselleştirip, kendimize buna göre bir yol mu çiziyoruz, yoksa gerçekten içimizden geldiği gibi: ‘Evet bu beden benim ve yumurtalarımı döllemek istemiyorum.’ da diyebiliyor muyuz? Bu haliyle tam bir kargaşa yaşayan ve bu kargaşayla beraber, bedenini ne yönde eğitmesi gerektiği ile ilgili karar verebilen kadınlar mıyız yoksa? “Vücudumuz bizim ve kimsenin bize bir şey dayatmasına gerek yok! Kendi kararımızı kendimiz verebiliriz!” mi diyoruz yoksa?
Söz konusu ettiğim, analık\annelik ile başlayan yazımda, kadın bedeninin uyandırdığı ilk çağrışımlara da değinmek istiyorum: Seks , seks işçiliği, bekaret (dolayısıyla namus –bu kod, zihinlerde virüs halini almışa benziyor -), seks objesi gibi kavramlar kadın denilince ilk zihne gelenler arasında, hem de her kesim tarafından…
Neden peki?
Neden çokça, neden çok. Neden?
Bedenin, beden ürettiğinin görülmesi ile başladı belki de hikaye. Dolayısıyla bu, kadını ‘meta-makine anne’ haline getirmiş oldu. Çıplak arzu nesnesi haline getirilen kadın, sosyal hayatın kimi zaman dışına atıldı, kapatıldı, susturuldu, öldürüldü, gizlendi… Kadındı yasaktı, kadındı, sırdı. Bilimden bilgiden uzaklaştırılması gerekendi; çünkü cadıydı. Çünkü sıra dışıydı. Hem bedenin hem de zihnin üretiyor oluşu erk olan için katlanılamazdı. Bu nedenle kadını ayrıştırıp, ötekileştirmek, dışlamak gerekiyordu kadın ancak böyle durdurulabilir ve rahatça yönlendirilebilirdi. Ve böylece benim, kadının üç dönemi diye adlandırdığım şablon çıktı ortaya:
Kadın, tarihte ilk olarak toplayıcılık yaptı; ikinci olarak aklını gösterdi fakat çok tehditkar bulunduğundan ucubeleştirildi üçüncü dönemde ise bedenine yönelik estetik saptamaların içerisine savruldu.Fakat kadın bedenini de zihnini de kendisi yönetmesi gerektiğini biliyordu her üç dönemde de kadın susmadı sesini yükseltti yükseltebildiği kadar; yanacağını ,öleceğini bilmesine rağmen…
Velhasılı kelam kadın güçtü ve bu gücü ellerinde tutmaları gerekiyordu.
Ne yapmalıydı ,nasıl yapmalıydı?
Bedenin ve zihnin yasaklanması ,saklanması, parçalanması hatta var edilmemesi gerekiyordu. Bir virüs çıkardılar ortaya; sonra da olan oldu ‘estetik virüsü ‘ dedim buna ben …Bu bir projeydi; çıplak kadın (yani estetize olarak yaratılan; sadece var olan kadın) projesi !
Reklamlarda dizilerde resimlerde fotoğraflarda sergilendiler ve içimize kadar işlediler. Bu yani ‘estektik virüsü’ kadına dayatılan kadınla çağrıştırılagelen bir terim halini aldı sonra ; ve olan oldu kadın arzu nesnesiydi safi bedendi ve biçimlendirilmesi gerekiyordu. Böylece çıplak estetik beden projesi kendiliğinden vücut buldu. Başladık kendimizi yontmaya yonttukça da yontmaya… Bedenlerimizle uğraşmaya koyulduk. Biz buna eğilmişken erk bizim için durmadan alternatif bedenler yarattı benzeşmeye başladık. Bir şeyler yanlış gidiyordu (ki hala da devam etmesine rağmen) fakat aradan gel zaman git zaman birileri elini kaldırdı hayır bu böyle olmaz olmamalı dedi. Sonra dünyanın her bir yerinden sesler duymaya başladık;isyan eden kabul etmeyen kadınların sesiydi bu sesler. Bu sesler bizi bize hatırlatan seslerdi. Erk kabul ederek varolamayacağımızın sesleriydi. Erk bizi şekillendirmemeliydi, biz kendimizi nasıl görüyorduk ve esas olan buydu. Sadece görsel bir nesne değil kendi hayatlarımızın öznesi olmalıyız diye haykıran kadın sesleri…
Ne olursan oldan önce bir şeydi bu önce kendin ol’du bu!
Savaşan kadınlar;bilimde sanatta müzikte siyasette her ama her alanda var olan ,olmaya devam eden kadınlar olarak bu beden de bu hayatta bizim diyor !
Halay çekip zılgıtlar atıyoruz ;inadına isyan inadına isyan diyoruz ;)

Didem


KIRMIZI MASAL


Bir varmış, bir yokmuş... Evvel evvel zamanda, daha zaman nedir bilinmezken, Newton'un kafasına düşmeden elma bir el uzanmış ağaca. 'Yapma!' demeye kalmadan koparmış elmayı Havva... Kendi girdiği yetmezmiş gibi Adem'i de sokmuş günaha. Adem, "Cennet bahçesinde hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta da orospu" olmadığı için ilişkisine son verdiği Lilith'ten sonra itaatkar Havva'nın bu durumuna şaşırmış.
...derken...
Ordan başlayıp masallar, bugüne kadar gelmiş.
Kurtlarla dolu ormandan geçen kırmızı başlıklı teşhirci varmış mesela. Kırmızı; dişil, baştan çıkarıcı, suça yatkındır. Ormanlarda salınan küçük kız bütün bu günahları başında taşırmış.  Annesinin öğütlediği yoldan da çıkınca... Sormayın başına ne gelmiş. Kurtlar almış kırmızının kokusunu... hoooop! başlık düşmüş, erotizm görünmüş. Bir anda midedeki yerini almış. Ama... Bir kere yapmış bu hatayı ergen kız. Erkek kurtarıcı 'avcı' gelmiş elinde silahıyla kurtarmış kızı, temizlemiş namusu. Aman çocuğum! Giyme yaşına geldiysen kırmızı şapkayı; çıkma ananın yolundan! Anana da anasının öğrettiği o kutsal yoldan...
 Bir başka 'kadın olmamış kız' yine başka ormanların içinde bir cadının elinden almış elmayı Havva misali. Kıpkırmızı şehvetli bir elma... Kanmış cadının elmasına, 'bir ısırıktan ne çıkar' diyerek almış ağzına parlak kırmızıyı. Nereden bilecek bir ısırığın hayatına mal olacağını. Ama onun da çözümü varmış. Yakışıklı mı yakışıklı bir prens öpmüş kırmızı dudaklarından. Bir lokmayla ölen körpe kız bir prens öpücüğüyle hayata dönmüş.
Küçük kızını uyuturken anneler anlatmış Lilith'ten başlayan bu hikayeleri. Uyusun da büyüsün, büyüsün de seksi düşünmeyen kutsal kadınlara katılsın diye. Kırmızıdan uzak dursun, gösterilen yoldan çıkmasın da kurtlara yem olmasın diye. Her şey masallar gibi değil; olur a onu kurtaracak bir erkek bulunmazsa civarında, ne olur hali? Bu yüzden gökten 3 kırmızı elma düşer; biri bu yazıyı yazana, biri okuyanlara biri de bekareti kutsayan masallara...

Gülşah

Bana Ne Yediğini Söyle, Sana Yediğinin Kim Olduğunu Söyleyeyim...


“Senin cinsel açlık içinde olduğunu, diğer cinsten insanlara nasıl şehvetle baktığını, dostlarınla aşk meseleleri üzerine pis şakalar yaptığını, pis pornografik fantezilerin olduğunu sen biliyorsun, ben biliyorum, herkes biliyor...”
Wilhelm Reich
.
  Kerhane önünde satılan hamurdan yapılmış şerbetli tatlı “Kerhane tatlısı”, "Orospu Mantısı”nın üzerine iyi gider.
  Orospu mantısı yedin üzerine kerhane tatlısını yedin ama yetmez.
   “Bakire Ayşe Fasulyesi” yemek istersin. Nasıl olsa bakire Ayşe’nin “Genç kız rüyası” beyaz atlı prensini beklemek.
   İki top dondurmanın ortasına yeleştirilen soyulmuş bir muz (Genç kız rüyası).
 
   Cinsel açlık içinde olduğunu kadının göbeğini, dudağını, memesini, kalçasını arzularsın. Bu da spesifize edilmiş bir şekilde karşımıza çıkar.  
    Dilber dudağı
    Kız memesi
    Kadınbudu köfte
    Kadıngöbeği...
   
   Orospu mantısı üzerine kerhane tatlısı o da yetmedi bakire ayşe fasulyesi, Ayşe’nin genç kız rüyasını süsleyen beyaz atlı prens oldun. Ama bunlarda yemez:
    Şıllık tatlısı
    Analı kızlı çorba
    Yengen
     Dul avrat çorbası
     Sütlü Nuriye’yi de istersin.
   
   Ataerkil sistemde kadın erkeğin görmek istediği şekilde kullanılmıştır. Medyada buna ek olarak yemek isimlerinde de kadın cinselliğiyle ön plandadır. Kadının cinsel obje olarak görülmesi cinsiyetleştirilmiş bir tüketim kavramı karşımıza çıkarmıştır. Sunulan tek başına yemek değildir; aynı zamanda kadın sunuluyor: Dudağıyla, kalçasıyla, bakiresi, orospusu "hepsi senin bunların, hepsini yiyebilirsin" deniliyor.
  Kadının sınırsız cinsel sömürüsünün tarihsel bir boyutudur. Tarihsel bir boyutudur çünkü geçmişten günümüze gelmiş saraya ve çeşitli yörelere (dilber dudağı Osmanlı mutfağına, Otur Fatma tatlısı Kocaeli yöresine) ait yemeklerdir ve bu toplumun kültürünü, yaşam biçimini yemeklere verilen isimlerle anlatıyor. Kadın budu, dilber dudağı, kız memesi, kadın göbeği; kadına duyulan arzu, hasret ve cinsel açlığı; orospu mantısı, kerhane tatlısı birden fazla kadınla birlikte olma isteğini; bakire ayşe fasülyesiyle kadının bekâretinin önemli bir husus olduğu vurgulanmaktadır. Kısaca bu toplum hakkında şöyle diyebiliriz: Kadın evinde oturan bakire, evleneceği kişinin hayalini kuran biriyken erkek istediğinde bir başkasıyla cinsel ilişkiye giren ama evleneceği kadının bekâretini gözeten biri olarak karşımıza çıkıyor. Kadının bekâretine önem veriliyor aynı zamanda onu cinsel obje olarak kullanıyor.
   Yemek sadece domates, biber, patlıcan; un şeker, yağ değil; yemeğe anlam katan o yemeğe verilen isimdir. Verilen bu isimlerin pornografi içermesi hatta pornografik fantezilere, pis şakalara dönüşmesi baskıcı libidinal yapının dışavurumudur aynı zamanda.

Ruşen Y.

KADININ KENDİNİ KEŞFİ


   
Nietzsche, "biz arzulanana değil , arzulamanın kendisine aşığızdır." der. Belki de arzularını tanımasıyla, arzuya duyduğu aşkı keşfiyle kendini bulmaya başladı kadın. Kendi şehvetini,  gücünü, iktidarını ve cinselliğini..
 Kendini keşfettikçe dünyayı, karşısındaki erkeği ya da kadını özgürleştirmeye başladı. İçindeki doyumsuzluklara, arzunun kendisine kattığı o ruha şaşırdı bazen de. Çok öncelerden, hatta doğumuyla birlikte üzerine toplumca giydirilmiş  namus, ahlak, bekaret giysisini üzerinden yavaşça sıyırmaya başladı. Belki de içindeki o arzunun dünyayı nasıl darmaduman edebileceğini anladığından tüm bunları reddederek kadına biçilmiş o yasakların erkek egemen gösterilen bu düzende gücün ve liderliğin istediği an kadınlara geçebilceğini gördüğünden konulmuş olduğunu anladı.
Kendi cinselliğini ve seksi yaşadıkça daha çok özgürleşti bir bakıma kadın. Bazıları bunu sadece ruhunu katarak yaptı, diğer bir kısmıysa bunu sadece cinsel bir doyum boyutuna indirmeyi yeğledi. İki şekilde de aslında erkeğin o feodal gösterilen yapısı  çoğu zaman kadın lehine dönüşmeye başladı. Kadın bunu farkettikçe bu feodal yapıya karşı itaati ve korkusu da azaldı. Korkularını üzerinden attığında iktidarının belki de yorgana sıkıştırılmış halini de gün yüzüne çıkardı. Bunu gün yüzüne çıkarırken kimi zaman bir ezbere dönüştürdü kimi zaman ruhundaki arzu ve zevkle doyuma ulaştı. Kamasutra gibi birçok teknikte de görüldüğü gibi kadının seksteki anaç ruhu ve korunma ihtiyacı algısı ise yerini çoğu yıkanın ya da koruyacak olanın kadın olduğu duruma bıraktı.
Kadının erkeğinin istediği biçimde yaşadığı hayat kadının kendini keşfi kadar erkeğin zaaflarını da keşfetmesiyle gücünü yitirirken kadın "ana" rolü üstlenmeye başladı. Bu güç ve feodal rol kadına geçerken çoğu kez ruh yitirildi, çoğu kez de ruhla ve şehvetle yaklaşılan erkek kadınına aşırı bağlı bir role büründü.
Kadının toplumda değişen bu rolü erkeğin o doğuştan kendisine yedirilen yüksek ego, iktidar ve özgüvenini bir şekilde kaybetmesine, tedirgin ve huzursuz bir ruh haline bürünüp bu tabuları eskisi kadar sabit bir fikirle savunamamasına yol açtı. Çünkü kadın seksteki veya yaşamındaki bu gücü devam ettirirken nasıl bir hale bürünürse bürünsün bir şekilde kendisiyle ilgili farkındalığa erişmesiyle yeri geldiğinde bir çok şeyi koruyacak ve yönlendirecek kadar güçlü bir varlık olduğunu anladı belki de. Sigmund Freud'un dediği gibi nasıl bir erkeğin ilk aşkının annesi olduğu analizi birçok kadın ve erkek tarafından bugün kabul ediliyorsa ve tartışılıyorsa aslında kadın bir erkeği doğurduğu andan itibaren bile her şeyi yönlendirebilecek ve geliştirebilecek kudretini oğlu üzerinden göstermeye başlıyor. Bu yüzden kadın seksi yaşarken bazen doyumsuzluğunun sınırlarına ulaşsa da uyumlu olandan çok uyulan olmaya doğru gidiyor. Kah bedensel zevki için, kah ruhla bağlı olduğu erkekle en özelini paylaşmak için...
Her ne şekilde bir insan yapısına bürünürse bürünsün, doyumsuzluğuyla da zevkin en yüksek sınırlarına varmasıyla da kadın gücünü ve yapabildiklerini görmesiyle dengeyi değiştirdi. Bu dünyanın erkek egemen bir yapı üzerine kurulmadığını öngörmeye başladı kendine, her şeyin sadece onlar için yaratılmadığını bildiği gibi zevki de doyumsuzluğu da gücü de ve iktidarı da erkek kadar yaşamaya başladı. Kadının gücünden bu kadar korkan bir toplumun "namus" altına sığınıp cinayetler işlemesine de belki de bu yüzden içinden bulup çıkardığı o güçle isyan etmeye başladı. Ve iktidarın statü tanımadığı gibi hakların ve kendini bilmenin ve zevkin,  şehvetin sadece bir cinse ait olmadığını da gösterdi gün be gün.
Virginia Woolf bir sözünde "Bir kadın olarak hiçbir yere ait değilim, sadece dünyaya..." derken belki de reddeden, keşfeden bazen şaşıran, doyumu yaşayan ya da yaşamayan  çoğu kez anlaşılamayan kadını anlatır. Kadının toplum karşısındaki yapısının bir oda ya da bir yorgana sıkıştırılamayacak kadar yüksek olduğunu gösterir topluma, kadının kendisine. Eğer bir sınır  varsa onu evrenle çizmeyi tercih eder. Belki de kadın bunu anladığından beri daha dik durur kendine ve içindekilere karşı, en çok da topluma..
Her şey önce böyle başladı demek için..
Pelin

İKİZLERE TAKKE


Bomboş bir sayfa sanılandan çok daha zor ve karmaşıktır. Bu sayfanın içinde bir sürü kelime vardır sıralanmayı bekleyen ve bazen bunları yazan parmakların gözü yeterince iyi görmüyordur. Daha geriden bakıp daha büyük görmek gerekir. O geriden bakış günler olmuştu ki uğramamıştı bu parmaklara… Sonra birden;

Kıyafetler geliverdi parmaklarımdaki gözlerimin önüne, kelimelerle dans eden… Sonra bir de iç çamaşır dükkânları… Teşhirdeki kadın bedeni maketleri ve üzerlerinde hayal gücünü bile altüst eden iç çamaşırlar… Sürekli girip çıktığımız eğlence mekânlarında gözümüze gözümüze sokulan; wclerdeki kadın sembolleri, çıplak, kıvrımlı, pornografik…

Penye birkaç külot almak nasıl bu denli zor bir hal aldı, fark edemedik çoğumuz. Bir milyon iç çamaşır arasından sade, penye bir külot bulamamak ne demektir, ben bilirim, ahh bilirim.

O iç çamaşır dükkanlarının vitrinleri, diz çökmüş hizmetçi kıyafetli maketlerle, liseli kız kıyafetleriyle dolup taşarken, orada o penye külotu bulma çabası beyhudedir. Aman aman yanlış olmasın başbakanvari bir yatak odasına müdahale değil benimki; erkeklerin fantezi dünyaları yüzünden kadınlığımıza, doğallığımıza direk yöneltilmiş tecavüzün deşifresi. Kadının kendini varettiği (yine erkeğin talepleri doğrultusunda) tek alan yatak odasıyken; şüphesiz kapitalist erkek sektörün de kara parasını  oluk oluk akıttığı sektörlerin başında da bu gelir; fantezi çamaşır dünyası…

Kapısından girerken, tangalı maketlerle göz göze gelirim, içeri girerken arkamı döndüğüm erkek dünyanın neferleri, gözlerini bana ve makete dikmiş. Fantezilerini süslerim, elimde değil tüylerim ürperir, öfkem büyür; tecavüze uğrar, taciz edilir gibi…

Nasıl sevişilmesi gerektiği üzerine bir dolu erkek söylemi ve bu söylemleri besleyen iç çamaşırlar, yeniden sıkışmış alanlar ve yeniden mutsuz kadınlar…

Erkek dünyada; yatak odasında erkeğin hakimiyetini kabullenmek, erkekliğini yüceltmek ve ancak bunu yapabildiğin zaman ‘kadın’ olabilmek; buna karşı durup paylaşım esastır ya kendi gerçekliğimle var olurum ya da o yatakta olmam dediğindeyse ‘aldatılmayı hak eden kadından’ ötesi olamamak…

Reddediyoruz; tanga giymeyi ya da giymemeyi, sütyen takmayı ya da takmamayı, danteli ya da dantelsizliği… Bize dayatılan, yapmamız gerektiği söylenilen, mecbur bırakılan her şeyi yapmayı reddediyoruz. Bedenimiz, onun üzerindeki ve içindeki her şey bizimdir. Bunun farkındalığıyla 3 çocuk yapmayı, yatakta, evde, sokakta ‘iyi kadın’ olmayı, kapitalist dünyanın çamura saplanmış vitrinlerinde bedenlerimizin deşifre edilmesini ve adımızın bile geçmediği bu erkek devleti kabul etmiyoruz. Erkek devletin, her gün bedenimiz üzerinden yaptığı değerlendirmelerle bizi katletmesi yerine özgürlüğümüz uğrunda istenmeyen kadın olmayı seçiyoruz.

Ruşen S.