Bazen, son sözlerimizi
söylediğimiz zamanlarda başlar dökülmeye tek tek cümleler.
Çünkü ne olursa; hep o son cümlelerde ortaya çıkar, dile gelir
tüm söyleniseceler. Sonlar; kaybediş, yok oluş, var olmayış
şeklinde vuku bulur tüm zamanlarda… Dolayısıyla tüm bunlar
beraberinde harekete yansır, bir dinamizm ihtiyacını doğurur.
Bir şeyi yazmanın en zor
kısmıdır ilk paragrafı oluşturmak; bu nedenle kendimi harekete
geçirmek için son sözle başladım… İyi ki de öyle yapmışım.
İlk paragrafın son cümlesinde, ‘’ doğurur’’ kelimesini
kullanır kullanmaz; beynimde, kadın –beden ilişkisi canlanmaya
ve dolayısıyla bedenin, beden üretmesine (anne-bebek) dair
şekillenen kavramlar, sorular, sorgulamalar uçuşmaya başladı
bile…
-Evde,okulda , iş yerinde,
sokakta yani var olduğu her yerde- zihni üretken kadının, aynı
zamanda bedeninin de üretken oluşu, onu başka şekilde
konumlandırıyor; kadın başkalarınca da başka şekilde
konumlandırılıyor. Fakat dile gelen analık\analık duygusu gibi
toplumsal normlara sıkıştırılmış
çokça tartışılagelmiş olmakla beraber; bunu kabul eden
–etmeyen kadın olgusu karşımıza çıkmaktadır. Kimimiz anne
olmayı reddediyorken, kimimiz bu söylemin içinde yoğrulup bir gün
anne olmayı bekliyoruz. Anne olmak duygusunu sosyal olarak
varoluşumuzu tamamlama aşamasıymış gibi düşünüp, buna göre
hareket ediyoruz. Yani bize verilen\bahşedilen annelik görevinin,
tamamlanması gerekir; aksi takdirde yarımızdır, eksiğizdir. Bir
de üstelik net bir durum var: muhakkak doğurmak gereği
hissedersin, senden çıkmalıdır bir başka beden. Hatta bir
başkasının çocuğuyla evrimini tamamlayamazsın, evlatlık
çocukla anne olamamışsındır; çünkü o çocuk evlatlıktır,
evlat değildir. Yani o da tam değildir… Gel gelelim burada
olanın, aslında ne olması gerektiğine; söylemin üzerimizde ne
kadar güçlü toplumsal baskılar yarattığı aşikar olmakla
beraber, toplumsal baskı zehirinin bir panzehiri de vardır: Karşı
söylem oluşturmak! Ben anne olmak, sadece bedeniyle üreten kadın
olmak istemeyebilirim. Evlatlık çocuk almak isteyebilirim. Bedenimi
reddedip, zihnimle var olmayı isteyebilirim. Bana verilen, verildiği
söylenen tüm sosyal rolleri reddedebilirim. Dolayısıyla seçim
benimdir ve bizimdir; bizim olmalıdır aslında… ‘’Her kadın
annelik duygusunu tatmalı\tadacak’’ söylemini içselleştirip,
kendimize buna göre bir yol mu çiziyoruz, yoksa gerçekten
içimizden geldiği gibi: ‘Evet bu beden benim ve yumurtalarımı
döllemek istemiyorum.’ da diyebiliyor muyuz? Bu haliyle tam bir
kargaşa yaşayan ve bu kargaşayla beraber, bedenini ne yönde
eğitmesi gerektiği ile ilgili karar verebilen kadınlar mıyız
yoksa? “Vücudumuz bizim ve kimsenin bize bir şey dayatmasına
gerek yok! Kendi kararımızı kendimiz verebiliriz!” mi diyoruz
yoksa?
Söz konusu ettiğim,
analık\annelik ile başlayan yazımda, kadın bedeninin uyandırdığı
ilk çağrışımlara da değinmek istiyorum: Seks , seks işçiliği,
bekaret (dolayısıyla namus –bu kod, zihinlerde virüs halini
almışa benziyor -), seks objesi gibi kavramlar kadın denilince
ilk zihne gelenler arasında, hem de her kesim tarafından…
Neden peki?
Neden çokça, neden çok. Neden?
Bedenin, beden ürettiğinin görülmesi
ile başladı belki de hikaye. Dolayısıyla bu, kadını
‘meta-makine anne’ haline getirmiş oldu. Çıplak arzu nesnesi
haline getirilen kadın, sosyal hayatın kimi zaman dışına atıldı,
kapatıldı, susturuldu, öldürüldü, gizlendi… Kadındı
yasaktı, kadındı, sırdı. Bilimden bilgiden uzaklaştırılması
gerekendi; çünkü cadıydı. Çünkü sıra dışıydı. Hem
bedenin hem de zihnin üretiyor oluşu erk olan için katlanılamazdı.
Bu nedenle kadını ayrıştırıp, ötekileştirmek, dışlamak
gerekiyordu kadın ancak böyle durdurulabilir ve rahatça
yönlendirilebilirdi. Ve böylece benim, kadının üç dönemi diye
adlandırdığım şablon çıktı ortaya:
Kadın, tarihte ilk olarak
toplayıcılık yaptı; ikinci olarak aklını gösterdi fakat çok
tehditkar bulunduğundan ucubeleştirildi üçüncü dönemde ise
bedenine yönelik estetik saptamaların içerisine savruldu.Fakat
kadın bedenini de zihnini de kendisi yönetmesi gerektiğini
biliyordu her üç dönemde de kadın susmadı sesini yükseltti
yükseltebildiği kadar; yanacağını ,öleceğini bilmesine rağmen…
Velhasılı kelam kadın güçtü ve
bu gücü ellerinde tutmaları gerekiyordu.
Ne yapmalıydı ,nasıl yapmalıydı?
Bedenin ve zihnin yasaklanması
,saklanması, parçalanması hatta var edilmemesi gerekiyordu. Bir
virüs çıkardılar ortaya; sonra da olan oldu ‘estetik virüsü ‘
dedim buna ben …Bu bir projeydi; çıplak kadın (yani estetize
olarak yaratılan; sadece var olan kadın) projesi !
Reklamlarda dizilerde
resimlerde fotoğraflarda sergilendiler ve içimize kadar işlediler.
Bu yani ‘estektik virüsü’ kadına dayatılan kadınla
çağrıştırılagelen bir terim halini aldı sonra ; ve olan oldu
kadın arzu nesnesiydi safi bedendi ve biçimlendirilmesi
gerekiyordu. Böylece çıplak estetik beden projesi kendiliğinden
vücut buldu. Başladık kendimizi yontmaya yonttukça da yontmaya…
Bedenlerimizle uğraşmaya koyulduk. Biz buna eğilmişken erk bizim
için durmadan alternatif bedenler yarattı benzeşmeye başladık.
Bir şeyler yanlış gidiyordu (ki hala da devam etmesine rağmen)
fakat aradan gel zaman git zaman birileri elini kaldırdı hayır bu
böyle olmaz olmamalı dedi. Sonra dünyanın her bir yerinden sesler
duymaya başladık;isyan eden kabul etmeyen kadınların sesiydi bu
sesler. Bu sesler bizi bize hatırlatan seslerdi. Erk kabul ederek
varolamayacağımızın sesleriydi. Erk bizi şekillendirmemeliydi,
biz kendimizi nasıl görüyorduk ve esas olan buydu. Sadece görsel
bir nesne değil kendi hayatlarımızın öznesi olmalıyız diye
haykıran kadın sesleri…
Ne olursan
oldan önce bir şeydi bu önce kendin ol’du bu!
Savaşan kadınlar;bilimde
sanatta müzikte siyasette her ama her alanda var olan ,olmaya devam
eden kadınlar olarak bu beden de bu hayatta bizim diyor !
Halay çekip zılgıtlar atıyoruz
;inadına isyan inadına isyan diyoruz ;)
Didem