29 Mayıs 2010 Cumartesi

Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair







İlkay Meriç

Türkiye’de yıllardır kangrene dönüşen başörtüsü meselesi giderek evrensel bir sorun haline geliyor. Fransa’da başörtüsünün de aralarında sayıldığı dini sembollerle ilk ve orta dereceli okullara girilmesinin yasaklanması, Almanya’da benzer uygulamaların başlatılması, İngiltere’de her fırsatta dikkatleri bu meseleye odaklama çabaları, Hollanda’nın peçe türü yüzü kapatan giysilerle sokakta dolaşmayı yasaklamaya çalışması gibi birbirinin peşi sıra gelen son gelişmeler, sorunun evrenselleşmekte olduğunu görmemiz için yeterli. Kuşkusuz bu durum bir tesadüf değildir ve yayılmakta olan emperyalist savaşla doğrudan ilişkilidir. Emperyalist güçlerin bu savaşta dünya halklarını birbirine kırdırmak üzere kutuplaştırma çabalarında, İslamı öcüleştirme uğraşı başat bir yer tutmaktadır. Tam da bu noktada, başörtüsü ve benzeri örtüler, karşımıza “medeniyetlerin uzlaşmaz ve çatışkılı farklılığının” bir sembolü olarak çıkarılmakta ve düşmanlaştırılan unsurların ilk sıralarında başörtülü kadınlar yer almaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra başta ABD olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde örtülü kadınlara öcü gözüyle bakılması, bunların sokaklarda saldırıya uğraması, toplu taşıma araçlarına binemez hale gelişleri, durumun ulaştığı vahim boyutun bir göstergesidir.


Batılı kapitalist devletlerin tesettürü yasaklama girişimlerinin ardında, halklar arasında kutuplaşma doğuracak bir ırkçılığı teşvik etmenin yanı sıra işçi sınıfının dikkatini işsizlik, yoksulluk ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar gibi gerçek sorunlardan uzaklaştırma amacı da yatıyor. Burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanının etkisinde kalan insanlar açısından tesettür ve onun simgelediği İslam bir kez terörizmle özdeşleştiği andan itibaren, sokakta görülen her tesettürlü kadın bunlar için potansiyel bir terörist haline gelebiliyor. Dolayısıyla türban, çarşaf gibi örtü ve giysiler, “terör” algısını sürekli diri tutan bir mekanizmaya dönüşmüş oluyor ve etkili bir uyarıcı işlevi görüyor.


Bu uyarı mekanizması Hıristiyan Batı ülkelerinde “terör” algısı biçiminde işlerken, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenen Türkiye ve Tunus[*] gibi ülkelerde “irtica” algısını dürtmektedir. Devlet eliyle yürütülen seksen küsur yıllık tepeden Batılılaştırma ya da “aydınlatma” çabalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen “irtica tehlikesi”, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tehditler sıralamasının ilk başlarında yer almıştır. Şu ya da bu şekle bürünen kadın tesettürü ise, devletlûlar tarafından irticaın en temel sembollerinden biri sayılagelmiştir.


Onyıllardır laikliği söylem düzeyinde takıntı haline getirmesine rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmayan Kemalist TC, İslamı da kendine göre tarif etmiştir. Batıyı model olarak almalarına rağmen despotik geleneklerden asla vazgeçmeyen devletlûlar, dinin güncel gerekliliklerle bağdaşmayan ya da Batı uygarlığıyla çelişen yönlerini İslama dışsal şeyler olarak gösterme çabasına girmişlerdir. Böylece devlet her konuya olduğu gibi dine de burnunu sokmaktan geri durmamış, bir yandan laik geçinip öte yandan kendi tasavvuruna uygun bir Türkiye İslamiyeti yaratmaya çalışmıştır. Fakat devletin icat ettiği bu yapay dinle kendi dinlerini bağdaştıramayanlar arasında daima bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma karşısında devletin benimsediği yol ise her zaman olduğu gibi, “yasakla, bastır ve yok et” politikası olmuştur.


Başörtüsü meselesinde izlenen yöntem de aynısıdır. Ne var ki baskı çoğu kez tepkiyi doğurur ve buna maruz kalan tarafı aksine daha inatçı ve kararlı hale getirir. Eğer böyle olmasaydı, Kemalistlerin “Türkiye her geçen yıl daha da geriye gidiyor” diye dövünmelerinin maddi temeli kalmamış olurdu ve İslami giysi olarak bilinen giysilerle dolaşanlar mevcut devlet baskısı karşısında her geçen gün azalarak silinip giderlerdi. Fakat gerçeklik hiç de böyle değildir.


Baskının yarattığı mağduriyet ve haklılık duygusunun bir sonucu da, baskıya uğrayan tarafın giderek politikleşmesidir. Üniversitede okumaları ya da kamu kurumlarında çalışmaları engellenen başörtülü kadınların, kendi yaş gruplarından başı açık olanlara göre oransal olarak çok daha politik olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hakları için mücadele etmenin onları politikleştirmesinin yanı sıra başörtüsünü bir politik sembol haline getirdiği de açıktır.


Benzer bir durum Batı ülkelerinde de yaşanıyor. İslam düşmanlaştırıldıkça ve tesettürlü kadınlar dışlandıkça, bu dışlanmışlığa ve baskıya duyulan tepkiye paralel olarak Batıda da örtünen Müslüman kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Başörtüsünü politik bir sembol olarak, bir tür başkaldırı bayrağı olarak kullanan kadınların geliştirdiği bu tepki bilinçli ve politik bir nitelik kazanmaktadır. Tıpkı örtünmeyi zorunlu görmediği halde, İsrail zulmüne inat Araplığını ve Müslümanlığını dışa vurmak için örtünerek sokağa çıktığını belirten ve bu şekilde İsrail askerlerinin karşısına dikildiğini söyleyen Filistinli bir kadının geliştirdiği tepki gibi.


Bütün bunlar, başörtüsü sorununun mevcut dünya ve Türkiye şartlarında yeni bir politik bağlam kazanmış olduğunun göstergeleridir. Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir. 12 Eylül faşizmiyle politikayı sakınılması gereken bir öcü olarak beyinlere kazıyan bu devlet, “politik simge” olarak ilan ettiği bir şeyle yürütülecek mücadelenin de kitleler tarafından meşru olarak görüleceğini düşünüyor. Politika kötü bir şeyse onu simgeleyen şeyler de kötü demektir! Elbette ki devletin resmi politikası olan Kemalizm ve onun simgeleri hariç!


Ne yazık ki Kemalizmin bu yasakçı ve baskıcı tutumlarını ilericilik adına sahiplenen ya da bu konuda suskun kalan sol kesimler de bulunmaktadır. Solda yaygın olan bu anlayış ile devrimci Marksizmin meseleye yaklaşımının tümüyle farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bizler herkesin dini inancını ya da inançsızlığını serbestçe ifade edebilmesini ve yaşayabilmesini, devletin dinden elini çekmesini, her türlü dinsel-mezhepsel ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini savunuyoruz. Burjuva devletin tüm baskıcı uygulamalarına karşı mücadele etmek, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının en temel görevlerinden biridir.


Başörtüsü yasağının amacı kadını özgür kılmak mı?


Hatırlayacak olursak, ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında öne çıkarılan ideolojik öğelerden biri, bu savaşın Taliban’ın burkaya soktuğu ezilmiş kadını özgürleştirme mücadelesi olarak sunulmasıydı. Sanki yıllar yılı en gerici rejimler tarafından ezilen, sefalete itilen, geriliğin en koyusuna mahkûm edilen Afgan kadın ve erkeklerinin o hale gelmesinden sorumlu olan ve Taliban’ın da aralarında olduğu gerici rejimlere arka çıkan, bizzat ABD emperyalizmi ve genel olarak emperyalist güçler değilmiş gibi.


Türkiye’de de Kemalistler aynı argümana sarılıyorlar: “Başörtüsü esareti altındaki kadını özgürleştirmek!” Oysa nasıl ABD’nin amacı Afgan kadınlara ve erkeklere özgürlük getirmek değilse Kemalist burjuvazinin amacı da bu değildir. Son yıllarda İslamcı sermayenin güç kazanmasının ve bunların temsilcilerinin devletin en “yüce” makamlarında boy göstermeye başlamasının, devleti babasının malı olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla tedirgin ettiği ortadadır. Bu tedirginliğin hezeyana dönüştüğünün kendini en açıktan gösterdiği noktalardan biri de başörtüsü konusudur. İlk önce kutsal mabetleri olarak gördükleri üniversitelerde başörtülü kızların sayılarının giderek artmasıyla çileden çıkmaya başlamışlar ve bu “tehdidi” bunların okumalarını yasaklayarak savuşturma yoluna gitmişlerdir. Daha sonra ise işi, başbakanın, bakanların ve cumhurbaşkanından sonra en yüce makam sahibi olarak görülen meclis başkanının, devlet protokolüne başörtülü eşleriyle birlikte katılmalarını fiilen engellemeye kadar vardırmışlardır.


Ne var ki başörtüsü gibi İslami giysilerin bu kesimde yarattığı özel hassasiyetin ve alerjinin, kökü derinlere uzanan bir yönü de var: aşağılık kompleksi. Bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerin Batının rahle-i tedrisinden geçen burjuva aydınları arasında sıkça görülen bu kompleks, Batının Doğululukla özdeşleştirip küçümsediği ve dışladığı her şeyden utanma refleksiyle karakterize olmaktadır. Bu kompleks bizim Kemalist aydınımızda, laik burjuvazimizde, bürokratımızda belki de diğer Doğu ülkelerinden çok daha fazla yaygındır. Batı medeniyeti denince bunların aklına özden çok biçim gelir ki, bu biçimin önemli bir unsuru da kılık-kıyafettir. Batınınkilerle uyuşmayan her görüntü bunlar için bir utanç kaynağıdır. Örneğin Türkiye’ye gelen Batılıların köy insanını fotoğraflaması bunların pek bir gururuna dokunur: “Bizi geri göstermek istiyorlar!” (Çok ileriyiz ya!) Oysa kendi has kentleri olarak gördükleri eski ve yeni başkentlerinin (İstanbul, Ankara) merkezi yerleri dışındaki yaşam bunları ilgilendirmediği gibi, yaşanan gerilik ve sefalet de yabancılar görmediği zaman zat-ı muhteremleri pek rahatsız etmez. Cumhuriyet kurulalı beri taşrada yoğun bir şekilde çarşafla-peçeyle dolaşan kadınlar bu beylerin huzurunu kaçırmaz; ama bunlar göç edip İstanbul, Ankara ve İzmir sokaklarında boy göstermeye başlayınca efendilerin rahatları bozulur ve şeriat geliyor diye feryat etmeye başlarlar. Oysa tek değişiklik, taşranın kente taşınarak göze batar hale gelmiş olmasıdır.


Aslında seçkinci bir tavır olarak, başörtüsü takanlara muazzam bir küçümsemeyle yaklaştıkları halde, başörtüsünü yasaklamanın bahanesi olarak kadınların erkek baskısıyla örtündükleri iddiasına sarılan Kemalistlerin, sözde onların koruyuculuğuna soyunan tutumları da tam bir sahtekârlık ve ikiyüzlülüktür. Kadınları yasaklarla, cezalarla, baskıyla başlarını açmaya zorlamak, zorla örtünmelerini istemek kadar zorbalıktır.


Kadının özgürlüğünü başının açık ya da kapalı olmasına indirgeyen bu baskıcı zihniyetin, gerçekte özgürlükle, demokrasiyle en ufak bir alâkası yoktur. Kadınları özgürleştireceğiz diye kafalarındaki başörtüsünü zorla çıkarıp atmayı savunanlar, onları zorla çarşafa sokmaya kalkanlar kadar, kadını iradesiz, kişiliksiz, ikinci sınıf bir varlık olarak görmekte, onun üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. Özünde gerici olan bu zihniyetin kendini demokrat pozlara bürümesi, kadınları özgür kılma bahanesinin ardına saklanması kimseyi yanıltmamalıdır. Fakat bu gerici, ırkçı, şoven zihniyetin çeşitli düzeylerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı, ne yazık ki sol içinde bile bir kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Türkiye’de statükocuların üniversitelerde başörtüsü yasağını polisiye önlemlerle hayata geçirmeye başladığı dönemlerde “Türban Neyi Örtüyor” diye broşürler çıkararak devletin en gerici ve kıyıcı kesimine hizmet edenleri unutmadık. Bunlar sözde kadın özgürlüğünü savunmak adına başörtüsünün yasaklanmasına arka çıkıyorlardı. Aynı tutumu Avrupa solu içinde de görmek mümkün.


Örneğin 2004 Şubatında sağcı Fransız hükümeti orta dereceli okullarda başörtüsü takılmasının yasaklanmasını içeren bir karar çıkardığında, aralarında feministlerin ve bazı komünist örgütlerin de bulunduğu kimi sol çevrelerden hükümetin bu yasakçı kararına destek geldi. Kadına yönelik baskının simgesi olduğu gerekçesiyle başörtüsünün yasaklanmasını ilerici bir adım olarak değerlendiren bu çevreler böylece uluslararası ölçekte planlanan ve sağcı Fransız hükümetin de katıldığı haçlı seferine ortak oldular. Meselâ Fransa’nın en büyük Troçkist örgütlerinden Lutte Ouvriere, o dönemde yasağı, üstelik de kadın haklarını savunmak adına şöyle destekliyordu: “Başörtüsü giymeyi yasaklamak, başörtüsü takmak istemeyen genç kızların, aile baskısına, köktendincilerin ve erkek şovenistlerin basıncına direnmelerine olanak vermektir. Bu, mücadelelerinde onlara yardım etmek için bir araçtır.”


Başörtüsü yasağını kadınların özgürlük mücadelesine yardımcı olacağı gerekçesiyle savunmak tam bir abesle iştigal olduğu halde, ne yazık ki benzeri yaklaşımları savunanlar hiç de az değiller. Bunlar, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınması ya da kısıtlanmasının onların otomatik olarak eve, yani dört duvar arasına kapanmasına yol açacağını, yani özgürleştirme kılıfına sokulan bu saldırının esaretin katmerlisiyle sonuçlanacağını görmezden geliyorlar. Ve burjuvazinin gerici saldırılarına karşı en uyanık olunması gereken bir dönemde, burjuva ideolojisinin sosyalist sola bile nasıl da sirayet edebildiğini bu tutumlarıyla pratikte bir kez daha kanıtlamış oluyorlar. Şurası çok açıktır ki, kadınların esaretten kurtulmaları için burjuva devletlerin baskıcı yasalarından medet umulamayacağı, burjuvazinin ırkçı, milliyetçi ve baskıcı politikalarına verilen en küçük bir desteğin işçi sınıfı içindeki yapay bölünmüşlüğü artırmaktan öte bir amaca hizmet etmeyeceği gerçeği bizzat sosyalistler tarafından kavranmadığı takdirde, işçi sınıfı sol adına burjuva politikasının kuyruğuna takılmaktan asla kurtulamayacaktır.


Başörtüsü özgürlüğün sembolü müdür?


Başörtüsü konusunun bir başka boyutunu ise, İslami çevrelere hâkim olan ve Kemalizmin ve emperyalizmin saldırıları karşısında sol liberallerin de sahip çıktığı bir görüş oluşturuyor. İslamcı ideologlar ve liberaller, örtünen kadınların bunu erkek baskısı yüzünden değil Allaha olan inançlarının bir gereği olarak yaptıklarını söylüyorlar ve bunu başörtüsünün erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olmadığının bir kanıtı olarak gösteriyorlar. Aynı şekilde başörtüsünün kadının özgürlüğünün bir sembolü olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kadının erkek baskısından dolayı değil inançlarının bir gereği olarak örtünmesi, örtünmenin erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Tıpkı kadının başörtüsünü özgürlüğünün bir simgesi olarak görmesinin onun bir esaret sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemesi gibi.


Aylarca işsiz kalıp nihayet karnını doyuracağı bir iş bulabilen ve patronuna minnet duyan bir işçiyi ele alalım. Bu işçiye sömürüldüğü söylendiğinde, sömürülmediğini, çünkü bu işte gönüllü olarak çalıştığını ve patronunun çok iyi bir insan olduğunu söyleyebilir size. Ama işçinin bu içten kanaati ne onun patron tarafından iliklerine kadar sömürüldüğü gerçeğini değiştirir ne de işçilerin yaşamak için sermayenin emrinde çalışmak zorunda kalan bir ücretli köle oldukları gerçeğini.


Başörtüsünün esaretin değil özgürlüğün simgesi olduğunu “gönüllülük” savıyla kanıtlamaya çalışmak da buna benziyor. Normalde hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz.


Örtülü pek çok kadın, örtünmenin kendilerini cinsel tacizden ve bir seks sembolü olarak görülmekten koruduğunu, sokakta daha rahat dolaşmalarını sağladığını ve saygınlıklarını arttırdığını düşünüyor. Bazılarıysa tesettürü kadınla erkeğin eşitlenmesine yardımcı olan bir araç olarak değerlendiriyor. İşi daha bilimsel kisveye büründürmeye çalışanlar, eski Yunan’da bile köle ve fahişe olmayanların, yani “saygın” kadınların başörtüsü kullandıklarını, bunun bir asalet ve özgürlük sembolü olduğunu söylüyorlar. Bu iddiaların bilimsellikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve safsatadan ibaret olduğunu görmek için, çıplak heykellerle sembolize edilen onlarca Yunan tanrıçasına bakmak yeterlidir. Herhalde tanrıçalar esir ve “namussuz” kadınları simgelemiyorlardı! Yine Sümerlilerde de durumun sözü edilenin tam tersi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu belirtelim.


Tarihe bakacak olursak, başörtüsünün tüm tek tanrılı dinlerde kadına yüklenen dini bir zorunluluk olduğunu görürüz. Ama bu “dini zorunluluk” tüm tek tanrılı dinlerin erkek egemenliğini kutsayıp kadını kimliksizleştiren bir anlayışın ürünü olduğunu gösterir. Kadına yönelik her türlü cinsel şiddetin suçunu Şeytana atma cinliğini göstererek kendini pirüpak kılan erkek, onu sözde korumak için örtülerin ve duvarların ardına hapsetmeyi de Tanrı emri olarak kutsallaştırıp işin içinden sıyrılıvermiştir. Geçtiğimiz Ekim ayında Mısır kökenli Avustralya müftüsünün hutbesinde sarf edilen şu sözler, din kisvesine bürünen bu erkek egemen bakış açısını çok güzel özetliyor:


“Üstü örtülmemiş bir eti sokağa ya da bahçeye koyarsanız, bir süre sonra kediler gelir ve onu yer. Şimdi bu kimin kabahati? Kedinin mi yoksa üstü örtülmemiş etin mi? Eğer kadın odasında, evinde otursa, başını kapamış olsa o zaman hiçbir sorun çıkmazdı. Sonra karşınıza merhametsiz bir yargıç çıkıp size 65 yıl hapis cezası veriyor.”


Bu sözler tekil bir şahsın ağzından çıkan istisnai sözler olmayıp, yaygın bir anlayışın ifadesidirler ve sadece Müslüman toplumlarda değil her dinden toplumda bu erkek egemen gerici anlayışa şu ya da bu ölçüde rastlamak mümkündür. Örtüsüz kadını üstü açık ete benzeten ve erkeklerin ona saldırmalarını meşru gören, bununla da kalmayıp tecavüz karşısında verilen cezayı merhametsiz bulan bu anlayış, kimilerince özgürlüğün simgesi olarak görülen örtünün, aslında ne kadar gerici bir bakış açısının ürünü olduğunu ve nasıl bir baskıyı ve esareti simgelediğini görmemiz için yeterlidir. Zaten, toplumun kötülüklerinden koruma bahanesiyle kadını eve tıkan, örtü ve duvar kâr etmeyip tecavüz gerçekleştiğindeyse onu çekip vuran erkeğin töre diyerek ardına saklandığı anlayış da, örtünerek koruma ve korunma anlayışının basit bir uzantısı değil midir?


Şurası çok açıktır ki, erkek egemen toplumun pisliklerinden, erkeğin tacizinden, tecavüzünden kurtulmak, örtülerin ve duvarların ardına saklanarak mümkün olamıyor. Kadın ve erkek çıplaklığının gayet doğal olarak görüldüğü ilkel toplulukların günümüze kalan örnekleri bile bize bir gerçeği kanıtlıyor: cinsellik tabu haline getirildiği, kadın kapatılıp dört duvar arasına hapsedildiği ve ona ulaşmak zorlaştığı ölçüde zorbalık ve tecavüz artar.


* * *


Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Bu tuzağa düşmemek için başta komünistler ve bilinçli işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının, birbirine dolaşık boyutlar kazanmış bu meselede, eğriyle doğruyu dikkatli biçimde ayıran tutumlar geliştirmesi zorunludur. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir.


Bunun yanı sıra başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi? Ya da tekstil atölyesinde suyu sıkılan işçi kız ile Amerika’da öğrenimlerini sürdüren İslamcı burjuvaların kızlarının sorunları? Çok açıktır ki bunların hiçbir sorunları ortak olmadığı gibi başörtüsü meselesini de bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar.


Ne var ki tüm bu gerçekliğe rağmen bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir.






[*] Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir olay, Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu devletler arasında Türk devletinin bu tutumunun emsalsiz olmadığını göstermesi bakımından ilginçti. Müslümanların resmi verilere göre yüzde 99 gibi ezici bir çoğunluğu teşkil ettikleri Tunus’ta başörtüsüyle okullara ve devlet dairelerine girmek 1981 yılından bu yana yasakken, söz konusu olay bu uygulamanın artık sokaklara kadar taşırıldığını gösteriyordu. Başörtülü bir kadın, pazarda dolaşırken polislerin kendisini karakola götürerek başörtüsünü açmaya zorladığını ve ancak bir daha başını örtmeyeceğine dair bir kâğıt imzalayarak serbest kalabildiğini belirtiyordu. Zaman zaman orucun dahi yasaklandığı Tunus’un M. Kemal’in tepeden reformlarından en çok etkilenen ve onu örnek aldığı söylenen ülke olmasıysa dikkat çekici bir başka husustur.


(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:21, Aralık 2006)




8 Mayıs 2010 Cumartesi

ŞEHADETİNİN 36. YILINDA LEİLA QASIM


Leyla Qasım, 1952 yılında Kerkük’te doğdu. ilk ve ortaöğrenimini gördükten sonra ailesiyle birlikte Bağdat’a göç etti.
Bağdat’ta lise öğrenimini tamamlayan Qasım 20 yaşındayken Kürdistan Öğrenciler Birliği (YXK) ile tanıştı ve onlara destek verdi. Leyla Qasım bu dönemde peşmergelere katılma kararını verdi. Leyla Qasım I-KDP peşmergelerine katıldığı zaman Kürtler, özellikle Büyük Güney de hassas bir dönemden geçiyordu. 1974’ün baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı. Kürt ailelerini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeladize kentini bombaladı. Bombalama sonucunda 3 sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden oldu.

Bu dönemde Leyla Qasım’a Kürt halkının sesini dünyaya duyurmak amacıyla bir uçak kaçırma görevi verildi. Ancak bu eylemde başarılı olamadı ve Leyla Qasım 4 arkadaşıyla birlikte 24 Nisan 1974’te yakalandı, Qasım ve 4 arkadaşı 13 Mayıs 1974 tarihinde idam edildi.



Leyla Qasım yargılama sırasında mahkeme hakimine “Beni öldürün fakat şu gerçeği de bilin ki benim öldürülmemle binlerce Kürt uyanacak. Ben Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda canımı feda ettiğimden dolayı sevinç ve gurur duymaktayım” dedi. İdam sehpasına giderken Ey Reqib’i okuyordu.