8 Eylül 2011 Perşembe

Denizlerle tutsak edilmiş bir adada yaşayan ‘Gerçek Aşk’, o duayı üfler ve dua rüzgarlarla Ortadoğu halkının iç sesine dönüşür; ‘Hakikat Aşktır, Aşk Özgür Yaşamdır.’

Koca bir boşlukla varedilmiş, yaradanın insafsızlığına mahkûm bir tür… Bir yaşam dolusu süren boşluk doldurmacalar.’Kaybettim’ dememek için devam eden yeni denemeler… Boşluğu dinle, insanla, inançla doldurma çabaları… Ve en beklenmedik zamanda gelen aşk kodları. Tanrı-insan arasındaki iktidar çatışması ve bunun yansıması olarak devletlilik… İnsan doğasının bunu reddedişi ve bir o kadar da ondan vazgeçememesi… Bütün iktidar hallerinden kurtulma çabası ve iktidara olan muhteşem özlem… Ilk karşı çıkış, elma… Ve ilk günahı yaptıran aşk gerçekliği…

Tahakkümün dokunamadığı tek yerdir; aşk ve hakikatin anlamlı olduğu gönül. Tanrının insanlarda vuku bulan varlığı ancak hakikatin farkına varmakla mümkün olacak ve o boşluk ancak bu hakikatin çözülmesiyle doldurulacaktır. Hakikat; iktidarların, dinlerin bütün fetvalarını bir kenara bırakıp evreni kendi içimizde bulmak, kendi iç sesimizle onu anlamlandırmaktır.

Tarihte, Sümer rahiplerinin kendilerini tanrıyla insan arasında elçi-aracı tayin etmesiyle başlayan bu iktidar müdahalesi, günümüz kapitalist modernitesi ve onun bütün ekipmanlarıyla en üst düzeye ulaşmış durumdadır. Fazla ışıklı, reklam gücünün göz kamaştıran etkisiyle de hakikat daha bulunmaz bir yere yerleştirilmiştir. Öyleyse arayışı, varolan sistemin çürütmelerine karşı duruşla başlatmak gerekir. Sistem reklamlarıyla sahte bir dünya yaratmış ve bu yalana insanlığı inandırmayı amaç bellemiştir. Bu çürütme şüphesiz; insanı varoluşunda sahip olduğu ‘aşk’ ‘tan uzaklaştırmayla ve bunu değersizleştirip unutturmayla olacaktır.


Kendi hakikatini aramak, yeni bir mücadeleye başlamak demektir, evrenin bütün yalancı resimlerinden kurtulup en şeffafı görebilmektir. Boyalarla, ışıklarla, reklamlarla özünden uzaklaştırılarak, adeta yeniden inşa edilmiş bu evreni ‘pure’ haline geri döndürmek, geriye kalan tek çözümdür. Aksi halde yaşanılan, hissedilen her şey yansımadan fazlası olamayacak ve hakikate dokunmanın yaratacağı ‘sonsuzluk’ asla bulunamayacaktır. Sistemlerin aşkı; anlık hazlar, geçici tatminler ve sahte dokunuşlar haline getirmesi; günü kurtarma derdinde, kendini gitgide köleleştiren insanlar yaratmaktan başka bir şey olmamıştır.

Yansıma bir dünyada, gözler yansımaları görecek, tenler yansımalara dokunacak yani hissettiğimizi sandığımız her şey ‘hiç’ ‘ten fazlası olmayacaktır. Peşinden gittiğimiz, her şeye yayılmasını istediğimiz ve yaradılışla kutsadığımız ‘aşk’ ; bize dokunmaktan, bizi anlatmaktan çok çok uzaklarda kalacaktır.

Yaratma çabasında olduğumuz ya da yaratmaya meylettiğimiz ‘özgür yaşam’ iddiası, yansımalardan ibaret olan evreni, özüne döndürecek, varoluşun sırlarıyla dolduracak; insanlığı, aşkın nefes kesen haline ulaştıracaktır. Öyleyse sıralamayı değiştirip , önce aşkın yaşanabileceği bir dünya yaratıp sonrasında o dünyayı aşkla eritmek; yaşamda nefes alan-almayan her şeye aşkla dokunmanın büyüsünde tabi ki aşkın özümüzde olduğunu, onunla varedildiğimizi unutmayarak,iç sesimiz gibi duymayı unuttuğumuz aşkı, tekrar uyandırmaya çalışarak., çabalamak gerekecektir.

İçimizde, bizimle nefes alan boşluğu; var olan sistemde, kalıplara soktuğumuz, şekil vermekle zaman kaybettiğimiz, ‘işte bu’ dediğimiz ama her defasında hayal kırıklığıyla arkamızı döndüğümüz, insanlarla ya da diğer ‘şeylerle’ doldurma çabası artık miladını doldurmuştur. Biz her defasında ‘bu kez, son’ desek de bu yanılsamalara aldanarak yaşamaya devam etmenin mağlubiyetinden sıyrılıp, gerçek aşkı, hakikatte aramanın sonsuz çekiciliğinin kulu olma vaktidir.

Dünyayı değiştirme iddiası, dünyaya tek başına sahip olmayı unutmak; kendini her şeye ait hissetmek, bedende ve ruhtaki bütün güzellikleri ve çirkinlikleri ayan beyan ortaya çıkarmak ve bunlar üzerinden mücadele vermekle mümkün olacaktır ve çürüten sistemi çözmek, nerelerden vurduğunu, hangi yöntemleri kullandığını bulmak-yorumlamak gerekecektir. Eğer kişi sıkı sıkıya kölesi, kurbanı olduğu bencilliğini öteler de hiç bir zaman yüzünü görmediği, sesini duymadığı kişilerin, olayların acısını hissetmeye başlar ve bunlara refleks geliştirirse algıları daha duyarlı olacak ve yansımalardan kurtulup, gerçeklere dokunacak, erkleri yenecektir.

Özgür yaşama yaklaştıran ve hatta kavuşturan bu mücadele başarıyla sonuçlandığında ise mükâfatı, aşkı yaşamak olacaktır. Bununla tanışan insan evladı, ölümü bile yenecek, sonsuzluğuna kavuşacaktır, tanrılardan korkmayıp onlara aşık olmaya, kendini onlarla bütünleştirmeye, insanlardan korkmayıp onlardaki en-el hak felsefesinin içinde erimeye, tarihi kirletmeyip ama kirli haline de esir olmayıp yeni bir aşk tarihi yaratmaya başlayacaktır ve şu an aşk yolunda ilk adımı atma zamanıdır…

Ruşen

Bir rengim varmış. Hem de bana yakışan. Sen bilmiştin ilk. İlk aşk keşfetmişti. Keşfedilmenin coşkusu, heyecanı yeni bir yaratım gibi bedenimin her noktasında. Ve artık güzel biten her cümlenin sonu 'DI'...

Sana kaçmıştım. Özgürlüktü bu kaçış. Oysa kaçmaya çalıştığım karanlığın aynı yerindeyim yine. Keşfedilen tüm güzellikleri sildiren ve tek tek yok eden kayıp bir rengim artık.

Aynılığı yaşıyorum sen ve senden öncesiyle. Kör bir bakış aslında özgürlüğü bir kaçış olan sende aramak.

Artık kendi yüreğimdeki renkleri keşfeden kâşifim bendeki maviliğin, yeşilin yolcusuyum. Özgürlüğün yolcusuyum. Yaklaştıkça kendime özgürlüğe geliyorum.

Gülşen

AŞK TOKATI

Tik tak.. Tik tak.. Tik tak.. Ti…!

Saatin böylesi bir sessizlikte yeri yoktu zaten. Susması da iyi oldu. Her neyse..

Sessizlik diyorduk değil mi? Evet. Yarım saat önceki kavgadan sonra bu evdeki son ses suratıma inen tokatın sesiydi: “Aşk tokatı!” Sonra bütün sesler sustu. Çıkıp gitti evden o el, yüzümde izini bırakarak.

Son yarım saattir aynı pencerenin önünde durmuş karanlığa bakıyorum. Birlikte göklere çıkıp yıldızları tuttuğumuz bu pencere… Sonra evimiz… Çok değil, sadece birkaç ay öncesiydi. Hayatımdan pekçok şeyi çıkarıp atmam. Mini eteğimi, göğüs dekoltemi, erkek arkadaşlarımı ve hatta bazı kadın arkadaşlarımı, siyasi içerikli dergilerimi… Birlikte yaşamaya başladığımız bu evde bir süs eşyası gibi konumlandırılmıştım. Aşık olduğum adam, yakında evlenecek bir kadının bütün bunlarda uzak olması gerektiğine çoktan karar vermişti.

Hatta müzik zevkim bile onun elindeydi. Amaaaaan! Ne olacakti sanki.. Onun istediği müziği dinleseydim de bir şey kaybetmezdim. Mini etek de olmayıversindi hayatımda, zaten düzgün bacaklarım da yoktu. Siyasi dergilere de gerek yoktu eylemlere de; bu dünyayı ben mi kurtaracaktım! Arkadaşın çoğu da vakit kaybı! Zaten hayatımdaki her şeyim bu adam değil miydi?

Bunun gibi bahanelerle son aylarda değiştirdim hayatımı. İnsanların söylediği gibi olmadığına inandırdım hep kendimi: Bunlar dayatma değil, benim isteğimdi, hepsi benim tercihim. Onlar da bir gün ‘gerçek’ aşkı bulduklarında görecektim hallerini. Onlar da benim gibi özgürleşeceklerdi ve anlayacaklardı benim özgür bir kadın olduğumu.

Ama yarım saat öncesi, o tokatla her şeyi sorgulatmaya yetti. Çalışmak istememe destek olacağını sandığım adam, neyimin neyimin eksik olduğunu sorduğunda başladı bütün beyin çalkantısı. O ana kadar bu adamın ‘her şeyim’ olduğunu sanarken aslında hiçbir şeyimin olmadığı onun tokatından önce çarptı yüzüme. Beynimden dudaklarıma dökülen sorgulama sözcüklere karşılık bir soru daha geldi: Ben sana yetmiyor muyum?

Herkese karşı beni özgürleştirdiğini savunduğum bu aşk hangi ara beni ‘aşk kafesi’ne tıkmıştı? Benim tercihlerim neredeydi? Dahası, ben neredeydim? O anda, ikimizin sandığım bu hayatın ve bütün kurguların sadece onun olduğu göründü gözüme. Artık aşk perdesinin bütün korneşleri kopmuştu…

Aylarca o kadar kaptırmıştım ki kendimi ‘biz’ yalanına… ‘Ben’ kalmamıştı ortada. Peki ben yokken ortada, kim aşık olmuştu bu adama? Ben özgür olmadan duygularım özgür olamazdı ki? Ta en başından edilgen başlamışım bu ilişkiye. Aşık olmadım belki de, edildim. Yine o adamın kararıyla…

Şimdi yüzümdeki acı içimdeki sızıyla birlikte yokluyor beni. Geçen yarım saat öncesindeki ayların muhasebesine yeterken, özgürlüğüm arıyor gözlerim bu karanlıkta. Bugün beni bir başka bedene ve zihne hapsetmiş bu aşka döküyorum göz yaşlarımı.

Gülşah


VAR MIYDIN GERÇEKTEN?

Ekranda ışık yanıp sönmeye başlayınca bilgisayarın başında bulurdum kendimi… Ağzımla kulaklarım arasında köprü kurulur iyice yerleşirdim koltuğuma. Uzun bir gecenin başlangıcı demekti bu çünkü. Bir zamanlar…

Kalbim tuşlara dokunduğum hızla atardı, kalp atışlarım tuş sesleriyle karışırdı, aşk bu muydu? Bilmiyorum… Hiç tanımıyordum seni, ya da çok iyi tanıyordum ama senin anlattığın gibi… Sen miydin gerçekten? Kurabiyeyi çok sevdiğini söylemiştin hala çeşit çeşit kurabiye yapmayı öğreniyorum bir gün bu balkonda birlikte çaylarımızı yudumlarken yeriz umuduyla… Nasıl bir heyecandı bu bir daha hiç tatmadım…Varlığını hissetmek güzeldi, sabahlara kadar yazışırdık. Kendimi anlatırdım, kendini anlatırdın. Ne zordu bizimkisi, uzaktan kumandalı bir ilişki... Sanal dünyada yaşanan bir aşk.. Çok aşık olduklarını söyleyen ama hiç bir araya gelmeyen iki insan… Sahi niçin hiç bir araya gelmedik? Çok mu sahteydik ya da çok mu korkak? Bilgisayar ekranına bakıp aşk sözcükleri sıralamak kolaydı ama yüz yüze aşkla bakmak zordu... Gerçeklerle yüzleşmek kolay değildi ki, maskelerimize aşıktık biz; bizi ekran arkasında tutan buydu... Zırhımdı o ekran; dip boyası gelmiş saçlarım, günden güne artan kilolarım, çoğu zaman en paspal halimle otururdum koltuğuma. Cilalar öyle çıkarırdı o ekran beni karşına… Zırhımdı ekran, çünkü doğduğum günden itibaren aileme emanet edilmiş kutsal bekâretimi koruyordu… Gönülsüzce atılan iki imza iki de şahit yetiyordu cinselliği meşrulaştırmaya ama aşk yetmiyordu işte! Ne çok konuşmuştuk bunları. Ne de güzel düşünürdün sen. Sahi sen gerçek miydin? Tanıdığım kimseye benzemiyordun ya da tanıdığım herkesten bir şeyler vardı sende...


Parçaları bir araya getirip bir bütün oluştururdum zihnimde,

zihnimdeki sana bırakırdım kendimi… Koşulsuz teslimiyetti aşk benim için ve güven gerekirdi… Tanıdığıma inandığım ama hiç tanımadığım birine güvenmek, sevmek, sevdiğini zannetmek…

Siyah beyaz televizyonda sessiz film izlemek gibiydin benim için… Çizgilerin vardı yalnızca; ne sesin vardı ne de rengin.. Ekranın ardına sığınmak engel değil ki varlığını hissetmeye. Yokluğunun canımı bu kadar acıtacağını nerden bilebilirdim?

Aylardır yoksun... Gelirsin umuduyla ayrılmıyorum bilgisayar başından… Şimdi yoksun… Var mıydın gerçekten? Birbirimizi hiç görmeden tenin tenimi hissetmeden sadece yüreklerimizle büyük bir aşkı yaşadık mı? Olmasını istediğim kişi miydin ütopik bir düş mü? Yoksa gördüğüm güzel bir rüya mı? Var mıydın gerçekten? Bilmiyorum…

Dilşa

DUDAKLARIMDAN ÖPEN TANRIYDI!

Evrene giydirilmiş bu nimet giysisini, dünyanın her bir katmanına dilimleyen sempatik ve delişmen Eros'un aslında insanların kalbini kendilerine yabancılaştıran bir özgürlük okuydu fırlattığı! Sahi kendimizde eksik olana tıpış tıpış koştuğumuz bir zenginleşmeydi, içimizdeki ilah: AŞK!

Zaman acıya hazırlık mevsimi, kınalı eller şeb-i yeldada açılacak!-cemre kalbe düştü!-

İsmi 'Eşruh' olan oyunun prömiyeri için sahnede Meryem'in kızları: LEYLA û ASLI! Kendini tam hissetme kaygısının getirdiği mutsuzluktan arınmış, iffeti asaletinde olan duyguya yol alışın tam bir paradoksudur sunacakları gösteri! Oyunumuzda ses tabancası kullanılmıştır: AŞKA TARİHSEL BİR TETİK ÇEKTİK...

Şişşşttt!!! Biri sessizliğin sesini açsın çünkü aşk başladı!

—LEYLA:''Sen benim 'hiçbir şeyimsin' kimseye söyleyemediğim,' her şeyim!'Yalnızlığın Aslı yalnızlığın yorgunluğundayım, aşktayım!''

Geleneksel aşka çalım atmış bu kadınlar, gericiliğin dehşet verici öfkesini hissederken yediği sille ile sarsılan ruh, nefret suçunu işlemiş topluma gözüpek bir başkaldırıştaydı! Yaralı kimlik: 'Eşruh!' Mahremiyetin dönüşümü ifadedeki fakirlikle kendini ötelenmişlik olarak gösterirken; sahnede mahremiyet zincirine vurulmuş iki KAKTÜS!!!

Aşka susamış nefesler yapıştı memeye, arzuya bir ilmik daha...-sızı rahme düştü!-


Cinsel evrimde bir devrime yol alan farklı ve yasak olana karşı duyulan tutku, cinselliğin bir tabu olmaktan çıktığı yere götürür bizi.

Sahi sahi namus gözyaşları kuluçkaya yattı... Şimdi aşk bıçağın saadetinde!

Birleşmenin ilk(s)el gücünü keşfetmiş ruh için artık yaşlanan bedenin bir anlamı kalmamıştı, hasbelkader tanımlanma kaygısı yeni olmayan o sözcüğü bulmuştu; AŞK!

İkinci perde: Leyla kaybolma korkusunda kaybolmuş, erimiştir!-ruh eksik!-

Seyirci esrik halde kendini mistik coşkuya bırakırken acıyı yarıştırmanın varyasyonu bu kez koltuklarda. Kendini temsil edecek birini sevmekten öte olan bu cinsler üstü duygu, siyah gecenin dolunayın

Etrafını çevreleyişi gibi Aslı'nın iri gözlerini saran kara sürmeydi...

—LEYLA:''Ben kendimi affediyorum Tanrım, peki ya sen?''

—ASLI:''Niye Cennet kapıları Meryem in kızlarına kapalı mı? Oysa, oysa...Dudaklarımdan öpen Tanrı'ydı !!!''

Aşka ÂMİN!

Aslı

Ne gereği vardı ‘aşkın’?

İnsanlar şu ya da bu nedenle dünyaya limitli vakitlerle gelmiş bulunuyor. Eeee malum insan düşünen de bir varlık, ekmeğini çıkarmak dışında kalan vaktini merakları kuşatıyor.

Nesiller boyunca kendine aynı soruları sorup sorup aynı yanıtları bulan ve bu özelliği ile beni şaşırtıp sıkan varlık insan, aşk konusunda da bozuk bir plak gibi tekrar tekrar aynı sesleri çıkarıp kulağımı tırmalıyor. Gizeminin çözülmemiş olması nedeni ile daha çok sükse yapan ‘aşk’ birçok esere konu olmuş ve olmakta, efsanevi bir özellik taşımaktadır. İnsan yavrucuğu (feminist damarım kabardığından ve biraz da eğlenmek adına bunu söylüyorum, oğlu demiyorum) konu hakkında sorular sorular sorular sormuş, bir iki de yanıt bulmuş midesini bulandıran. Aşkın efsanevi yanını basitleştiren yanıtları hoşuna gitmemiş olacak ki bu yanıtları unutuvermiş bir çırpıda. Sorularımıza şöyle bir bakarsak: Aşk nedir? Niçin âşık olunur? Kime âşık olunur? Aşk neye yarar? gibi gibi… Birçoğumuzun bazı dönemler kendimize ya da başkalarına sorduğu sorular.

Eee madem ben de bir insanım(olmadığımı iddia edenler de var, benim ise bu konuda kafam karışık) o halde bir yazılık bende bu tekrarın bir parçası olayım. Ne de olsa kimsenin kulağını kendi sesi tırmalamaz, sesi ne kadar tiz olursa olsun.

Aşk ile tanışmamız:

Çoğumuz daha ergenliğe girmeden abla ya da abi diye hitap ettiğimiz bizden yaşça epey büyük olan birine âşık olduğumuzu iddia ederiz. Bana göre, aşk ve hayranlığı karıştırmamızdan kaynaklıdır bu durum. Tabi aşk; çok yoğun, tutkulu sevgi anlamına gelmekte, yani sadece bir insanın karşı cinsel olan özel ilgisi değildir ama ben bu yazımda


sadece bu kısmını ele alacağım. Aşkın bu yönünü ele aldığımızda kimilerine göre aşk ergenlik ile birlikte gündeme girmekte. Bu dönem ile birlikte aşk yaşamımızda oldukça önemli bir yere oturuyor ve tıpkı milletvekilleri gibi koltuğunu bırakmayı reddediyor.

Aşk ve Aile

Ailenin daha doğrusu ebeveynlerin(anne-baba), aşkı ele alış biçimi oldukça ilginç olabiliyor kimi zaman. Aşkın ertelenebilirliğini ima eden konuşmalarla mesela. ‘Ben âşık oldum’ dediğinizde, ‘Önce okul, yok yok! Derslerini olumsuz etkiler. Oku, bitir sonra…’’ gibi enteresan yaklaşımlarla ebeveynler en mantıksız lakin en komik konuşmalarını da yapmış olurlar. Mantıksızdır açıklayamazsınız, komiktir gülemezsiniz çünkü aynı zamanda çıldırtıcıdır. Böyle durumlarda kendilerine, erteleme düğmesinin nerede olduğunu sormakta fayda vardır. Bir ihtimal aşkın bir çalar saat olmadığının farkına varırlar.

Bir de dersleri olumsuz etkilemesi durumu vardır ki bu baştan aşağı abestir. Yaşamak okumaktan ibaret değildir; okumayı yaşamın bir yönü olarak ele almak dahi benim için geçersiz bir ihtimaldir (kapitalist sistemin tüm dayatmalarına rağmen).

Çevremdeki insan yığınına bakarak bir genelleme yapmak gerekirse, annelerin evlatlarının aşklarından genel olarak haberdar olduğunu ve babaların haberdar olmadığını ya da haberdar değilmiş gibi davrandığını görüyorum. Annenin(kadının) evladına verdiği güven ve her zaman yanında olduğunu hissettirmesinden ileri geliyor olmalı bu durum. Baba(erkek) ise otoritedir, yasaklar kümesinin en tepesinde oturur. Toplumsal değişmelerle beraber babanın bu yasaklar kümesinden bir nebze de olsa uzaklaşıp evladının


seçimlerine karışmayan(ya da daha az karışan) bir alana yakınlaşması söz konusudur. Aşk bağlamında düşününce, babanın bunu doğal bulması fakat eski rolünden de sıyrılamamasından olacak ki evladının aşk durumuna karışmıyorken, bilmezlikten gelme yolunu seçerek daha önceki rolünün de karşısında durmamış oluyor. Ne yasakçı bir baba oluyor ne de destekleyici.

Bunun dışında örnekler yok mu? Tabi ki var ve sayıları artmakta. Evlatlarının sevgilileri ile tanışan bunu doğal bir olgu olduğunu görmüş anne-babalar da mevcut ve dediğim gibi bunların sayısı da zamanla artıyor. Bu yalnızca evladın seçimlerine saygı bağlamında düşünülmemeli. Aynı zamanda, evladın güvenliği için de gerek arkadaşları gerekse sevgilisi tanınmalıdır. Yasakçı olmanız, evladınızın kalbindeki aşk odasını kilitlemiyor. Aşkını gizli yaşamasına neden oluyor ki tehlikeli biri ile olması durumunda bundan habersiz olacaksınız demektir bu. Kaldı ki evladınızın sevgilisi, durumdan haberdar olduğunuzu bildiği zaman çocuğunuza karşı kolay kolay kötü davranamayacaktır çünkü evladınızın arkasında olduğunuzu bilecektir.

Cinsiyet ve Aşk

İnsanların, aşkı hayatlarında çok büyük bir yere koyarken devasa yasaklar kümesine bulaştırması ilginçtir. Çoğunluk, aşkını istediği gibi yaşayamaz. Çünkü aşk, her ne kadar özel bir konu olarak kabul görse de aynı zamanda herkesin bu konuda diyeceği bir şeyler vardır. Ya da ne yazık ki kendinde deme hakkı gördüğü bir şeyleri vardır(!)

Bu yasaklar kümesi, cinsiyet bağlamında daha çok kadını (olumsuz)etkilemektedir. Çok erkekle birlikte olan kadın iffetsiz, çok kadın ile olan erkek övgüyü hak eden erkektir. Bunu ben söylemiyorum tabi-katılmadığımı söylememe de gerek yok sanıyorum- söylenenlere şöyle bir kulak kabartırsanız bu sonuca varmak çok kolay olacaktır.

Bir TV programından(Olacak o kadar) bir bölüm:

Muhabir: Siz hiç âşık oldunuz mu?

Genç Kız: Oldum.

Muhabir: Eee, sonra ne oldu?

Genç Kız: Babam vurdu geçti..

Sevgi üzerinde çok konuşulan bir kavram, herkesin hayatında istediği aynı zamanda. Sevgi kelimesini duyunca dahi içimiz ısınır. Güzel duyguların ifadesidir çünkü. Doğamız gereği birilerini ya da bir şeyleri sevmekteyiz. Sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duymaktayız. Hatta yalnızca görebildiğimiz şeylerin sevgisi bize yetmiyor ki Tanrının sevgisini isteriz. Durum böyle olunca, böyle güzel bir hissi kalbinde taşıyor diye birine şiddet uygulamak akıl kârı değildir. Bu tıpkı birini gökyüzünü seviyor diye dövmek gibidir. Bir gün biri beni gökyüzüne âşık olduğum için döverse buna şaşırmayacağım, çünkü mantıksızlıklar-aptallıklar yığının içinde yaşıyoruz.

Bunların yanında eşcinsel aşklar çok daha büyük engellerle karşılaşmaktadır. Pek ‘ahlaklı’ insanlar (doğrusu başkalarının cinsel hayatlarına karışacak kadar ahlaksız insanlar demek olur) tarafından eşcinsellik kadın olmaktan ‘bile’ daha aşağılayıcı bir şey olarak görülmektedir. Bu kadar aşağılık bir şey olunca eşcinsellik, yaşadığı aşk da aşağılık bir şey olmalı diye düşünen bu ahlaklılar takımı; eşcinsel aşklar yaşayan insanları, taciz etmeyi ahlaklı bulabiliyor. Bu kafasız ahlaklı takımına maruz kalan eşcinsellerin, aşk hayatları çok daha zor görünüyor.

İnsanlar, daha az bireylerin hayatlarını konuşmaya ve daha çok toplumdan bahsetmeye başlayınca hayat hepimiz için daha kolay ve yaşanılası olacak diye düşünmekteyim.


Okyanus Küçükbalık

‘’ Aşk

Sen kocaman çöllerdeki bir kalabalık gibisin,

Büyük denizlerde ender bir balık gibisin,

Bir üşütür, bir ısıtır, sen hem sağlık hem hastalık gibisin.’’

Özdemir Asaf