29 Mayıs 2010 Cumartesi

Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair







İlkay Meriç

Türkiye’de yıllardır kangrene dönüşen başörtüsü meselesi giderek evrensel bir sorun haline geliyor. Fransa’da başörtüsünün de aralarında sayıldığı dini sembollerle ilk ve orta dereceli okullara girilmesinin yasaklanması, Almanya’da benzer uygulamaların başlatılması, İngiltere’de her fırsatta dikkatleri bu meseleye odaklama çabaları, Hollanda’nın peçe türü yüzü kapatan giysilerle sokakta dolaşmayı yasaklamaya çalışması gibi birbirinin peşi sıra gelen son gelişmeler, sorunun evrenselleşmekte olduğunu görmemiz için yeterli. Kuşkusuz bu durum bir tesadüf değildir ve yayılmakta olan emperyalist savaşla doğrudan ilişkilidir. Emperyalist güçlerin bu savaşta dünya halklarını birbirine kırdırmak üzere kutuplaştırma çabalarında, İslamı öcüleştirme uğraşı başat bir yer tutmaktadır. Tam da bu noktada, başörtüsü ve benzeri örtüler, karşımıza “medeniyetlerin uzlaşmaz ve çatışkılı farklılığının” bir sembolü olarak çıkarılmakta ve düşmanlaştırılan unsurların ilk sıralarında başörtülü kadınlar yer almaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra başta ABD olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde örtülü kadınlara öcü gözüyle bakılması, bunların sokaklarda saldırıya uğraması, toplu taşıma araçlarına binemez hale gelişleri, durumun ulaştığı vahim boyutun bir göstergesidir.


Batılı kapitalist devletlerin tesettürü yasaklama girişimlerinin ardında, halklar arasında kutuplaşma doğuracak bir ırkçılığı teşvik etmenin yanı sıra işçi sınıfının dikkatini işsizlik, yoksulluk ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar gibi gerçek sorunlardan uzaklaştırma amacı da yatıyor. Burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanının etkisinde kalan insanlar açısından tesettür ve onun simgelediği İslam bir kez terörizmle özdeşleştiği andan itibaren, sokakta görülen her tesettürlü kadın bunlar için potansiyel bir terörist haline gelebiliyor. Dolayısıyla türban, çarşaf gibi örtü ve giysiler, “terör” algısını sürekli diri tutan bir mekanizmaya dönüşmüş oluyor ve etkili bir uyarıcı işlevi görüyor.


Bu uyarı mekanizması Hıristiyan Batı ülkelerinde “terör” algısı biçiminde işlerken, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenen Türkiye ve Tunus[*] gibi ülkelerde “irtica” algısını dürtmektedir. Devlet eliyle yürütülen seksen küsur yıllık tepeden Batılılaştırma ya da “aydınlatma” çabalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen “irtica tehlikesi”, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tehditler sıralamasının ilk başlarında yer almıştır. Şu ya da bu şekle bürünen kadın tesettürü ise, devletlûlar tarafından irticaın en temel sembollerinden biri sayılagelmiştir.


Onyıllardır laikliği söylem düzeyinde takıntı haline getirmesine rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmayan Kemalist TC, İslamı da kendine göre tarif etmiştir. Batıyı model olarak almalarına rağmen despotik geleneklerden asla vazgeçmeyen devletlûlar, dinin güncel gerekliliklerle bağdaşmayan ya da Batı uygarlığıyla çelişen yönlerini İslama dışsal şeyler olarak gösterme çabasına girmişlerdir. Böylece devlet her konuya olduğu gibi dine de burnunu sokmaktan geri durmamış, bir yandan laik geçinip öte yandan kendi tasavvuruna uygun bir Türkiye İslamiyeti yaratmaya çalışmıştır. Fakat devletin icat ettiği bu yapay dinle kendi dinlerini bağdaştıramayanlar arasında daima bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma karşısında devletin benimsediği yol ise her zaman olduğu gibi, “yasakla, bastır ve yok et” politikası olmuştur.


Başörtüsü meselesinde izlenen yöntem de aynısıdır. Ne var ki baskı çoğu kez tepkiyi doğurur ve buna maruz kalan tarafı aksine daha inatçı ve kararlı hale getirir. Eğer böyle olmasaydı, Kemalistlerin “Türkiye her geçen yıl daha da geriye gidiyor” diye dövünmelerinin maddi temeli kalmamış olurdu ve İslami giysi olarak bilinen giysilerle dolaşanlar mevcut devlet baskısı karşısında her geçen gün azalarak silinip giderlerdi. Fakat gerçeklik hiç de böyle değildir.


Baskının yarattığı mağduriyet ve haklılık duygusunun bir sonucu da, baskıya uğrayan tarafın giderek politikleşmesidir. Üniversitede okumaları ya da kamu kurumlarında çalışmaları engellenen başörtülü kadınların, kendi yaş gruplarından başı açık olanlara göre oransal olarak çok daha politik olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hakları için mücadele etmenin onları politikleştirmesinin yanı sıra başörtüsünü bir politik sembol haline getirdiği de açıktır.


Benzer bir durum Batı ülkelerinde de yaşanıyor. İslam düşmanlaştırıldıkça ve tesettürlü kadınlar dışlandıkça, bu dışlanmışlığa ve baskıya duyulan tepkiye paralel olarak Batıda da örtünen Müslüman kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Başörtüsünü politik bir sembol olarak, bir tür başkaldırı bayrağı olarak kullanan kadınların geliştirdiği bu tepki bilinçli ve politik bir nitelik kazanmaktadır. Tıpkı örtünmeyi zorunlu görmediği halde, İsrail zulmüne inat Araplığını ve Müslümanlığını dışa vurmak için örtünerek sokağa çıktığını belirten ve bu şekilde İsrail askerlerinin karşısına dikildiğini söyleyen Filistinli bir kadının geliştirdiği tepki gibi.


Bütün bunlar, başörtüsü sorununun mevcut dünya ve Türkiye şartlarında yeni bir politik bağlam kazanmış olduğunun göstergeleridir. Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir. 12 Eylül faşizmiyle politikayı sakınılması gereken bir öcü olarak beyinlere kazıyan bu devlet, “politik simge” olarak ilan ettiği bir şeyle yürütülecek mücadelenin de kitleler tarafından meşru olarak görüleceğini düşünüyor. Politika kötü bir şeyse onu simgeleyen şeyler de kötü demektir! Elbette ki devletin resmi politikası olan Kemalizm ve onun simgeleri hariç!


Ne yazık ki Kemalizmin bu yasakçı ve baskıcı tutumlarını ilericilik adına sahiplenen ya da bu konuda suskun kalan sol kesimler de bulunmaktadır. Solda yaygın olan bu anlayış ile devrimci Marksizmin meseleye yaklaşımının tümüyle farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bizler herkesin dini inancını ya da inançsızlığını serbestçe ifade edebilmesini ve yaşayabilmesini, devletin dinden elini çekmesini, her türlü dinsel-mezhepsel ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini savunuyoruz. Burjuva devletin tüm baskıcı uygulamalarına karşı mücadele etmek, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının en temel görevlerinden biridir.


Başörtüsü yasağının amacı kadını özgür kılmak mı?


Hatırlayacak olursak, ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında öne çıkarılan ideolojik öğelerden biri, bu savaşın Taliban’ın burkaya soktuğu ezilmiş kadını özgürleştirme mücadelesi olarak sunulmasıydı. Sanki yıllar yılı en gerici rejimler tarafından ezilen, sefalete itilen, geriliğin en koyusuna mahkûm edilen Afgan kadın ve erkeklerinin o hale gelmesinden sorumlu olan ve Taliban’ın da aralarında olduğu gerici rejimlere arka çıkan, bizzat ABD emperyalizmi ve genel olarak emperyalist güçler değilmiş gibi.


Türkiye’de de Kemalistler aynı argümana sarılıyorlar: “Başörtüsü esareti altındaki kadını özgürleştirmek!” Oysa nasıl ABD’nin amacı Afgan kadınlara ve erkeklere özgürlük getirmek değilse Kemalist burjuvazinin amacı da bu değildir. Son yıllarda İslamcı sermayenin güç kazanmasının ve bunların temsilcilerinin devletin en “yüce” makamlarında boy göstermeye başlamasının, devleti babasının malı olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla tedirgin ettiği ortadadır. Bu tedirginliğin hezeyana dönüştüğünün kendini en açıktan gösterdiği noktalardan biri de başörtüsü konusudur. İlk önce kutsal mabetleri olarak gördükleri üniversitelerde başörtülü kızların sayılarının giderek artmasıyla çileden çıkmaya başlamışlar ve bu “tehdidi” bunların okumalarını yasaklayarak savuşturma yoluna gitmişlerdir. Daha sonra ise işi, başbakanın, bakanların ve cumhurbaşkanından sonra en yüce makam sahibi olarak görülen meclis başkanının, devlet protokolüne başörtülü eşleriyle birlikte katılmalarını fiilen engellemeye kadar vardırmışlardır.


Ne var ki başörtüsü gibi İslami giysilerin bu kesimde yarattığı özel hassasiyetin ve alerjinin, kökü derinlere uzanan bir yönü de var: aşağılık kompleksi. Bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerin Batının rahle-i tedrisinden geçen burjuva aydınları arasında sıkça görülen bu kompleks, Batının Doğululukla özdeşleştirip küçümsediği ve dışladığı her şeyden utanma refleksiyle karakterize olmaktadır. Bu kompleks bizim Kemalist aydınımızda, laik burjuvazimizde, bürokratımızda belki de diğer Doğu ülkelerinden çok daha fazla yaygındır. Batı medeniyeti denince bunların aklına özden çok biçim gelir ki, bu biçimin önemli bir unsuru da kılık-kıyafettir. Batınınkilerle uyuşmayan her görüntü bunlar için bir utanç kaynağıdır. Örneğin Türkiye’ye gelen Batılıların köy insanını fotoğraflaması bunların pek bir gururuna dokunur: “Bizi geri göstermek istiyorlar!” (Çok ileriyiz ya!) Oysa kendi has kentleri olarak gördükleri eski ve yeni başkentlerinin (İstanbul, Ankara) merkezi yerleri dışındaki yaşam bunları ilgilendirmediği gibi, yaşanan gerilik ve sefalet de yabancılar görmediği zaman zat-ı muhteremleri pek rahatsız etmez. Cumhuriyet kurulalı beri taşrada yoğun bir şekilde çarşafla-peçeyle dolaşan kadınlar bu beylerin huzurunu kaçırmaz; ama bunlar göç edip İstanbul, Ankara ve İzmir sokaklarında boy göstermeye başlayınca efendilerin rahatları bozulur ve şeriat geliyor diye feryat etmeye başlarlar. Oysa tek değişiklik, taşranın kente taşınarak göze batar hale gelmiş olmasıdır.


Aslında seçkinci bir tavır olarak, başörtüsü takanlara muazzam bir küçümsemeyle yaklaştıkları halde, başörtüsünü yasaklamanın bahanesi olarak kadınların erkek baskısıyla örtündükleri iddiasına sarılan Kemalistlerin, sözde onların koruyuculuğuna soyunan tutumları da tam bir sahtekârlık ve ikiyüzlülüktür. Kadınları yasaklarla, cezalarla, baskıyla başlarını açmaya zorlamak, zorla örtünmelerini istemek kadar zorbalıktır.


Kadının özgürlüğünü başının açık ya da kapalı olmasına indirgeyen bu baskıcı zihniyetin, gerçekte özgürlükle, demokrasiyle en ufak bir alâkası yoktur. Kadınları özgürleştireceğiz diye kafalarındaki başörtüsünü zorla çıkarıp atmayı savunanlar, onları zorla çarşafa sokmaya kalkanlar kadar, kadını iradesiz, kişiliksiz, ikinci sınıf bir varlık olarak görmekte, onun üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. Özünde gerici olan bu zihniyetin kendini demokrat pozlara bürümesi, kadınları özgür kılma bahanesinin ardına saklanması kimseyi yanıltmamalıdır. Fakat bu gerici, ırkçı, şoven zihniyetin çeşitli düzeylerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı, ne yazık ki sol içinde bile bir kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Türkiye’de statükocuların üniversitelerde başörtüsü yasağını polisiye önlemlerle hayata geçirmeye başladığı dönemlerde “Türban Neyi Örtüyor” diye broşürler çıkararak devletin en gerici ve kıyıcı kesimine hizmet edenleri unutmadık. Bunlar sözde kadın özgürlüğünü savunmak adına başörtüsünün yasaklanmasına arka çıkıyorlardı. Aynı tutumu Avrupa solu içinde de görmek mümkün.


Örneğin 2004 Şubatında sağcı Fransız hükümeti orta dereceli okullarda başörtüsü takılmasının yasaklanmasını içeren bir karar çıkardığında, aralarında feministlerin ve bazı komünist örgütlerin de bulunduğu kimi sol çevrelerden hükümetin bu yasakçı kararına destek geldi. Kadına yönelik baskının simgesi olduğu gerekçesiyle başörtüsünün yasaklanmasını ilerici bir adım olarak değerlendiren bu çevreler böylece uluslararası ölçekte planlanan ve sağcı Fransız hükümetin de katıldığı haçlı seferine ortak oldular. Meselâ Fransa’nın en büyük Troçkist örgütlerinden Lutte Ouvriere, o dönemde yasağı, üstelik de kadın haklarını savunmak adına şöyle destekliyordu: “Başörtüsü giymeyi yasaklamak, başörtüsü takmak istemeyen genç kızların, aile baskısına, köktendincilerin ve erkek şovenistlerin basıncına direnmelerine olanak vermektir. Bu, mücadelelerinde onlara yardım etmek için bir araçtır.”


Başörtüsü yasağını kadınların özgürlük mücadelesine yardımcı olacağı gerekçesiyle savunmak tam bir abesle iştigal olduğu halde, ne yazık ki benzeri yaklaşımları savunanlar hiç de az değiller. Bunlar, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınması ya da kısıtlanmasının onların otomatik olarak eve, yani dört duvar arasına kapanmasına yol açacağını, yani özgürleştirme kılıfına sokulan bu saldırının esaretin katmerlisiyle sonuçlanacağını görmezden geliyorlar. Ve burjuvazinin gerici saldırılarına karşı en uyanık olunması gereken bir dönemde, burjuva ideolojisinin sosyalist sola bile nasıl da sirayet edebildiğini bu tutumlarıyla pratikte bir kez daha kanıtlamış oluyorlar. Şurası çok açıktır ki, kadınların esaretten kurtulmaları için burjuva devletlerin baskıcı yasalarından medet umulamayacağı, burjuvazinin ırkçı, milliyetçi ve baskıcı politikalarına verilen en küçük bir desteğin işçi sınıfı içindeki yapay bölünmüşlüğü artırmaktan öte bir amaca hizmet etmeyeceği gerçeği bizzat sosyalistler tarafından kavranmadığı takdirde, işçi sınıfı sol adına burjuva politikasının kuyruğuna takılmaktan asla kurtulamayacaktır.


Başörtüsü özgürlüğün sembolü müdür?


Başörtüsü konusunun bir başka boyutunu ise, İslami çevrelere hâkim olan ve Kemalizmin ve emperyalizmin saldırıları karşısında sol liberallerin de sahip çıktığı bir görüş oluşturuyor. İslamcı ideologlar ve liberaller, örtünen kadınların bunu erkek baskısı yüzünden değil Allaha olan inançlarının bir gereği olarak yaptıklarını söylüyorlar ve bunu başörtüsünün erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olmadığının bir kanıtı olarak gösteriyorlar. Aynı şekilde başörtüsünün kadının özgürlüğünün bir sembolü olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kadının erkek baskısından dolayı değil inançlarının bir gereği olarak örtünmesi, örtünmenin erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Tıpkı kadının başörtüsünü özgürlüğünün bir simgesi olarak görmesinin onun bir esaret sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemesi gibi.


Aylarca işsiz kalıp nihayet karnını doyuracağı bir iş bulabilen ve patronuna minnet duyan bir işçiyi ele alalım. Bu işçiye sömürüldüğü söylendiğinde, sömürülmediğini, çünkü bu işte gönüllü olarak çalıştığını ve patronunun çok iyi bir insan olduğunu söyleyebilir size. Ama işçinin bu içten kanaati ne onun patron tarafından iliklerine kadar sömürüldüğü gerçeğini değiştirir ne de işçilerin yaşamak için sermayenin emrinde çalışmak zorunda kalan bir ücretli köle oldukları gerçeğini.


Başörtüsünün esaretin değil özgürlüğün simgesi olduğunu “gönüllülük” savıyla kanıtlamaya çalışmak da buna benziyor. Normalde hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz.


Örtülü pek çok kadın, örtünmenin kendilerini cinsel tacizden ve bir seks sembolü olarak görülmekten koruduğunu, sokakta daha rahat dolaşmalarını sağladığını ve saygınlıklarını arttırdığını düşünüyor. Bazılarıysa tesettürü kadınla erkeğin eşitlenmesine yardımcı olan bir araç olarak değerlendiriyor. İşi daha bilimsel kisveye büründürmeye çalışanlar, eski Yunan’da bile köle ve fahişe olmayanların, yani “saygın” kadınların başörtüsü kullandıklarını, bunun bir asalet ve özgürlük sembolü olduğunu söylüyorlar. Bu iddiaların bilimsellikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve safsatadan ibaret olduğunu görmek için, çıplak heykellerle sembolize edilen onlarca Yunan tanrıçasına bakmak yeterlidir. Herhalde tanrıçalar esir ve “namussuz” kadınları simgelemiyorlardı! Yine Sümerlilerde de durumun sözü edilenin tam tersi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu belirtelim.


Tarihe bakacak olursak, başörtüsünün tüm tek tanrılı dinlerde kadına yüklenen dini bir zorunluluk olduğunu görürüz. Ama bu “dini zorunluluk” tüm tek tanrılı dinlerin erkek egemenliğini kutsayıp kadını kimliksizleştiren bir anlayışın ürünü olduğunu gösterir. Kadına yönelik her türlü cinsel şiddetin suçunu Şeytana atma cinliğini göstererek kendini pirüpak kılan erkek, onu sözde korumak için örtülerin ve duvarların ardına hapsetmeyi de Tanrı emri olarak kutsallaştırıp işin içinden sıyrılıvermiştir. Geçtiğimiz Ekim ayında Mısır kökenli Avustralya müftüsünün hutbesinde sarf edilen şu sözler, din kisvesine bürünen bu erkek egemen bakış açısını çok güzel özetliyor:


“Üstü örtülmemiş bir eti sokağa ya da bahçeye koyarsanız, bir süre sonra kediler gelir ve onu yer. Şimdi bu kimin kabahati? Kedinin mi yoksa üstü örtülmemiş etin mi? Eğer kadın odasında, evinde otursa, başını kapamış olsa o zaman hiçbir sorun çıkmazdı. Sonra karşınıza merhametsiz bir yargıç çıkıp size 65 yıl hapis cezası veriyor.”


Bu sözler tekil bir şahsın ağzından çıkan istisnai sözler olmayıp, yaygın bir anlayışın ifadesidirler ve sadece Müslüman toplumlarda değil her dinden toplumda bu erkek egemen gerici anlayışa şu ya da bu ölçüde rastlamak mümkündür. Örtüsüz kadını üstü açık ete benzeten ve erkeklerin ona saldırmalarını meşru gören, bununla da kalmayıp tecavüz karşısında verilen cezayı merhametsiz bulan bu anlayış, kimilerince özgürlüğün simgesi olarak görülen örtünün, aslında ne kadar gerici bir bakış açısının ürünü olduğunu ve nasıl bir baskıyı ve esareti simgelediğini görmemiz için yeterlidir. Zaten, toplumun kötülüklerinden koruma bahanesiyle kadını eve tıkan, örtü ve duvar kâr etmeyip tecavüz gerçekleştiğindeyse onu çekip vuran erkeğin töre diyerek ardına saklandığı anlayış da, örtünerek koruma ve korunma anlayışının basit bir uzantısı değil midir?


Şurası çok açıktır ki, erkek egemen toplumun pisliklerinden, erkeğin tacizinden, tecavüzünden kurtulmak, örtülerin ve duvarların ardına saklanarak mümkün olamıyor. Kadın ve erkek çıplaklığının gayet doğal olarak görüldüğü ilkel toplulukların günümüze kalan örnekleri bile bize bir gerçeği kanıtlıyor: cinsellik tabu haline getirildiği, kadın kapatılıp dört duvar arasına hapsedildiği ve ona ulaşmak zorlaştığı ölçüde zorbalık ve tecavüz artar.


* * *


Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Bu tuzağa düşmemek için başta komünistler ve bilinçli işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının, birbirine dolaşık boyutlar kazanmış bu meselede, eğriyle doğruyu dikkatli biçimde ayıran tutumlar geliştirmesi zorunludur. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir.


Bunun yanı sıra başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi? Ya da tekstil atölyesinde suyu sıkılan işçi kız ile Amerika’da öğrenimlerini sürdüren İslamcı burjuvaların kızlarının sorunları? Çok açıktır ki bunların hiçbir sorunları ortak olmadığı gibi başörtüsü meselesini de bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar.


Ne var ki tüm bu gerçekliğe rağmen bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir.






[*] Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir olay, Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu devletler arasında Türk devletinin bu tutumunun emsalsiz olmadığını göstermesi bakımından ilginçti. Müslümanların resmi verilere göre yüzde 99 gibi ezici bir çoğunluğu teşkil ettikleri Tunus’ta başörtüsüyle okullara ve devlet dairelerine girmek 1981 yılından bu yana yasakken, söz konusu olay bu uygulamanın artık sokaklara kadar taşırıldığını gösteriyordu. Başörtülü bir kadın, pazarda dolaşırken polislerin kendisini karakola götürerek başörtüsünü açmaya zorladığını ve ancak bir daha başını örtmeyeceğine dair bir kâğıt imzalayarak serbest kalabildiğini belirtiyordu. Zaman zaman orucun dahi yasaklandığı Tunus’un M. Kemal’in tepeden reformlarından en çok etkilenen ve onu örnek aldığı söylenen ülke olmasıysa dikkat çekici bir başka husustur.


(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:21, Aralık 2006)




8 Mayıs 2010 Cumartesi

ŞEHADETİNİN 36. YILINDA LEİLA QASIM


Leyla Qasım, 1952 yılında Kerkük’te doğdu. ilk ve ortaöğrenimini gördükten sonra ailesiyle birlikte Bağdat’a göç etti.
Bağdat’ta lise öğrenimini tamamlayan Qasım 20 yaşındayken Kürdistan Öğrenciler Birliği (YXK) ile tanıştı ve onlara destek verdi. Leyla Qasım bu dönemde peşmergelere katılma kararını verdi. Leyla Qasım I-KDP peşmergelerine katıldığı zaman Kürtler, özellikle Büyük Güney de hassas bir dönemden geçiyordu. 1974’ün baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı. Kürt ailelerini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeladize kentini bombaladı. Bombalama sonucunda 3 sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden oldu.

Bu dönemde Leyla Qasım’a Kürt halkının sesini dünyaya duyurmak amacıyla bir uçak kaçırma görevi verildi. Ancak bu eylemde başarılı olamadı ve Leyla Qasım 4 arkadaşıyla birlikte 24 Nisan 1974’te yakalandı, Qasım ve 4 arkadaşı 13 Mayıs 1974 tarihinde idam edildi.



Leyla Qasım yargılama sırasında mahkeme hakimine “Beni öldürün fakat şu gerçeği de bilin ki benim öldürülmemle binlerce Kürt uyanacak. Ben Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda canımı feda ettiğimden dolayı sevinç ve gurur duymaktayım” dedi. İdam sehpasına giderken Ey Reqib’i okuyordu.

11 Mart 2010 Perşembe

3 Dalga ile Feminizm Tarihi
Kara Kızıl Notlar Dergisi'nin Temmuz-Ağustos-Eylül 2006 Sayısından Alınmıştır.
Feminizm, yani kadın ve erkek arasında mutlak eşitliği öneren ideoloji, tarihsel olarak üç dalga ile açıklanır. Bu üç dalga, kronolojik olarak gerçekleşmiştir. Ancak bu üç dalga aynı zamanda pratik ve ideolojik farklılıklar gösterir. Özellikle 2. ve 3. dalga feministler, eylemlilikleri, kamuoyuna müdahaleleri ve fikirsel farklılıklarıyla feminist hareket içinde bir ayrılık gösterir.
Bu yazımızda, hem dünya hem de Türkiye açısından feminist kazanım, deneyim ve fikirleri anlatmaya çalışacağız.
Tarihsel olarak 1. dalgadan çok önce, ilk feminist olarak bilinen Mary Wolstonecraft, ilk kez 18. yüzyılda kadın-erkek eşitliği üzerine yazmaya başladı. Fransız İhtilalinden etkilenen ve ilham alan Wolstonecraft, 1792’de yazdığı Kadın Hakları Savunucusu ( Vindication of the Rights of Women) ile hem Rouseau’nun doktrinine karşı tezler üretti hem de çok devrimci taleplerde bulundu. Kitapta yazar kızlarla erkeklerin eşit eğitim görme olanaklarını engelleyen Fransız Devrimcileri başta olmak üzere tüm burjuvalara karşı yazmıştı. Ona göre kadınların süs bebekliğine ve ev işine mahkum edilmesi, Rouseseau’nun dediği gibi kadın doğasının gereği değildi. Wolstonecraft’ın o yıllarda bahsettiği fikirlerin yeniden gündeme gelmesi, bir buçuk yüzyıl sonra gerçekleşti. Wolstonecraft hala tüm feministlerin benimsediği şu sözleri de telaffuz etti: “Artık kadınların yaşam şekillerinde bir devrim gerçekleştirilmesinin zamanı geldi. Kadınlara yitirdikleri onurlarını yeniden vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalındı. Kadın ve erkek arasında, cinsel arzulama dışında hiçbir fark kalmayıncaya kadar mücadele!..” Wolstonecraft, daha sonra da hem kadın hakları, hem de diğer muhalif hareketler içinde yer aldı. Bir dokuma işçisinin kızı olan Wolstonecraft, hukuk alanında da çalışmalar yaptı. 1797 yılında evlilik dışı çocuğu Mary Shelly Wolstonecraft’ı doğururken öldü. Mary Shelly Wolstonecraft daha sonra ilk bilimkurgu roman sayılan “Frankestein”ı yazacaktı.


1. Dalga: Medeni Kanun Talepleri ve Siyasal Haklar
1. dalga feminizm genel olarak iki talep üzerinde mücadele etti. Kadınlar için oy, eğitim ve mülkiyet hakkı.
Kadınlar için oy hakkı meselesi 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında dünyanın çeşitli yerlerinde değişik biçimde varlığını sürdürüyordu. Avrupa’nın kimi yerlerinde ufak da olsa bir mülk sahibi olanlar dışında kadınlar için oy hakkı yoktu. Kimi yerlerde evli olmak, kimi yerlerde hem evli hem de kocanın mülk sahibi olması, ırk farkları, aristokrasi gibi hiyerarşilerle kadınlar oy kullanabiliyordu ama çoğunlukla kadınların oy hakkı yoktu. Amerika’da ise, sadece siyahların ve kadınların oy kullanması yasaktı, ancak bu durum daha sonra değişerek siyah erkeklere oy hakkı tanındı. Kadınların Parlamento’ya girme şansı ise neredeyse yok gibiydi.
Oy hakkı için mücadele Amerika’da, siyah kadınların beyaz kadınlarla mücadele etmesi ile başladı. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında mücadele eden kadınlar, önce sadece siyahlar ve siyahların kölelik karşıtı hareketine destek veren kadınlardan oluşuyordu. Siyah kadınlar, kölelik karşıtı harekette tanıştıkları kendilerine destek olan beyaz kadınlar ile aynı kaderi paylaştıklarını anlamışlardı. Bu, iki ırktan kadınların beraber mücadele etmeye başlamasının en önemli nedenlerinden biridir. Bir diğeri, siyah kadınların kölelik karşıtı hareket militanlarına ilk kez oy hakkı için mücadele etme fikrinden bahsettikleri zaman, siyah erkeklerin kendilerine yüz çevirmesi oldu. Zaten oy hakkı kazanmış olan siyah erkekler, kölelik karşıtı mücadelede yanlarında görmeyi sevdikleri ama asıl yerlerinin evleri olduğunu düşündükleri kadınların kendi hakları için mücadele etmesi gerektiğine inanmıyordu. Böylece Amerika’da kadın hakları için mücadele eden kadınlar bağımsızlaştı ve hem siyah hem beyaz kadınların desteğiyle hareket etti. Bu kadınlar hem medeni hem siyasi haklar için, hem de ırkçılığa karşı bir arada mücadele ediyorlardı.
Fransa’da kadın oy hakkı için mücadele eden kadınlara “süfrajetler” deniyordu. Zaten 19. yy boyunca “eşit işe eşit ücret”, evlilik ve ailede eşit haklar, kadınlar için çalışma yaşamı, kadınların kamu görevlerinde çalışabilmesi gibi haklar üzerinden mücadele eden kadınlar vardı. 1881 yılında kadın süfrajetler Kadın Yurttaş (la Citoyenne) isimli dergiyi çıkarttı. Süfrajetler tüm feminist hareket içinde o dönemde en çok aşağılanan, en çok baskı gören fraksiyon oldu. Gazetelerde her gün “ne kadar çirkin” olduklarını gösteren karikatürler, hepsinin aslında “sevici” (lezbiyen) olduğu iddiaları, evlerine girerken veya sokakta taşlanarak gerçekleşen örgütlü saldırılar yüzünden bu kadınlar işlerini kaybetti, aileleri tarafından dışlandı. Bir erkek için eşinin süfrajet olması hem bir utanç kaynağıydı, hem de boşanma sebebi olarak kabul edilebiliyordu. Hatta, çocuklarını görme hakları bile çoğunlukla ellerinden alınıyordu. Süfrajetler sokakta yalnız gezemezdi. Ancak tüm bu baskı, süfrajetleri yıldırmaktan çok güçlendirdi ve çok daha militan bir hale getirdi. Fransa’daki diğer feminist hareketler ise kadınların oy hakkı olması halinde rahipler tarafından yönlendirileceklerine inanıyorlardı ve 1904’e kadar oy hakkı mücadelesine uzak durdular.
1904 yılında ABD ve İngiltere ortak bir örgütlenme içine girdi: Uluslar arası Kadın Oy Hakkı Birliği (The International Woman Suffrage Alliance – IAW). Bu örgüt hem kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkan komitelerle mücadele ediyor, hem de milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde enternasyonalist bir politika izliyordu. Birliğin çeşitli bati ülkelerinde şubeleri kuruldu. Ancak bu yasal bir mücadeleydi. Yine oy hakkı için İngiltere’de Emmeline Pankhurst ve kızları Christabel ile Sylvia Pankhurst tarafından kurulan Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği (Women’s Social and Political Union) çok daha radikal eylemlilikler gerçekleştirdi. Bu birlik cam kırma, bomba atma, yangın çıkarma, meclis toplantılarını engelleme, açlık grevi hatta intihar gibi siyasal yöntemler kullanmaktaydı. Sylvia Pankhurst daha sonra hem işçi sınıfı için mücadele etmiş, hem de 60’lı yılların 2. dalga feminist teorilerinin yasal haklarla sınırlı kalmayıp ev işlerinin ortaklaşması, ailenin sorgulanması ve “özel olan politiktir” sloganın hem savunma hem de gerçek hayata geçirmede öncüsü olmuştur.
Yine aynı dönem oy hakkı için mücadele eden kadınlar fuhuş için bir araya gelip bu alanda da mücadele etti. Kadın Konseyi’nin 1913 kongresinde İngiliz Süfrajeti Millecet Garret Fawcett, fuhuşu, “erkeklerin parasal çıkarı için kadınların zorunlu köleliği” olarak tanımladı. Birinci Dünya Savaşının Başlaması ile erkeklerin silah altına alınması, kadınların ise silah fabrikalarında çalışmaya başlaması iki önemli meseleyi gündeme getirdi: Barış ve emekçi kadınlar. İşyerlerinde kreşler açılmaya başlandı ama bu sadece daha fazla kadının ücretli emeğini kullanabilmek için yapılmış bir düzenlemeydi. Kadın, tarihte her zaman olduğu gibi ucuz emek anlamına gelmekteydi. Feministler, 1918’de Versailles Antlaşması ve Milletler Cemiyetine “eşit işe eşit ücret” ilkesini koydurmayı başardı. Bir tarafta da kadınlar barışı sağlamak için uluslar arası bir örgütün kurumasını talep ediyorlardı. Kadınlar barış için örgütlendi, savaşan ülkelerdeki kadınlar barış için birlik oldu ve birbirlerini kız kardeş olarak görmeye başladı.
Bütün bu olanlar işçi kadınların militanlaşmasına sebep oldu. Silah fabrikalarında çalışan kadınların grevleri sıklaştı. Bu mücadeleler sonunda kadın işçilerin ücretlerinde artış sağlandı. Ancak savaş sonrasında askerden dönen erkeklere iş imkanı sağlamak için kadın işçilerin işten çıkarılmaya başlanması, bu işçilerin çok düşük ücretlerle çalışmaya başlamasına sebep oldu. Oysa savaş sırasında kadın ve erkeklere verilen ücret arasındaki farklar önemli ölçüde azaltılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde aralarında ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın da olduğu 21 ülkede kadınlara oy hakkı koşulsuz verilmişti. Türkiye de bilindiği gibi 1934 yılında kadınlara oy hakkı verdi ancak, Türkiye’de 1. dalga deneyimlerine birazdan yer vereceğiz. Fransa’daki feministler ise, kızların eğitimi, ücret eşitliği ve kadınların devlet memurluğuna girmesi için verdikleri mücadelede büyük zaferler elde ettiler. Bir yabancı ile evlenen kadınların milliyetlerini koruyabilme yasası çıkarıldı ki bu, dönemsel olarak büyük bir kazanımdı. Evlilikte erkeklere büyük ayrıcalıklar veren Fransız Medeni Kanuna göre bu başarıyla, ilk kez Fransız kadınlar kocalarının onayı olmadan kimlik belgesi çıkarabilecekti. Ancak siyasal haklar açısından başarılı olamadılar. 1936’da Lêon Blum, hükümetinde dört kadına görev verdi ama kadınların oy hakkını tanımayı reddetti.
Sovyetler Birliği’nde ise, durum bambaşkaydı. Batılı kadınların hakları için didindikleri bu dönemde, Rus kadınları haklarına kavuşacakları 1917 Devrimi için erkeklerle yan yana mücadele etmekteydi. Gerçekten de SSCB’de 1940’dan önce kadınlar büyük kazanımlar elde etti.
Bolşevik Devrimi’nin ilk sosyal içerikli kararları, doğumdan önce ve sonra 16 haftalık izin ve ücretsiz sağlık hizmeti, mal varlığı yönetiminde kadınlara eşit haklar tanınması, meşru ve meşru olmayan çocuklar arasındaki farkların kaldırılması ve boşanmanın kolaylaştırılması oldu. Bolşevik Devrimi yapıldıktan sonra kadınlar Beyaz Ordu’ya karşı gerilla savaşında subay ve er olarak yer aldılar. Komünist Parti’de Genotdel isimli bir kadın komsomolu kuruldu. Aydınlar ve komünist siyasiler ev işi ve çocuk eğitimi gibi işler kadınların üstünde kaldığı sürece mutlak bir eşitlikten bahsedilemeyeceğini düşünüyorlardı. Bu, sadece yasal haklar değil, toplumsal cinsiyet rol ve görevlerinin de yıkılması yolunda mücadele edilmesinin yolunu açtı. Böylece aile görevleri kamulaştırıldı ve ortak işler için komünler kuruldu.
Ancak iç savaştan sonra öncelik, üretkenliğe verildi. Özellikle annelik meselesinde savaşın etkisi var, nüfus azaldı ve çocuk doğurmak gerekti. Bu, kadınlara verilmiş hakların yavaş yavaş geri alınmasına neden oldu. Fabrikalarda kreş ve yuvalar kapatıldı. 1929’da Genotdel örgütü dağıtıldı. Hemen ardından 1930’da kabul edilen aile yasası ile geleneksel aile yapısı yeniden getirilmeye başlandı. Rusya kürtaj hakkını ilk defa kabul eden ülkelerden biriydi ve 1936 yılında bu hak geri alındı. Kadınlar çok sayıda çocuk doğurmaya teşvik edildi ve hatta 10 ve üzeri çocuk doğuran kadınlara analık nişanları takıldı. Analık yüceltilmeye ve kadının yerinin ev olduğuna yönelik propagandalar yükseltildi. Yine de Sovyetler Birliği’nde kadınlara eğitim, ücretli iş ve spor gibi alanlar kapatılmadı.
Sovyetler Birliği örneği bu açıdan Türkiye’ye çok benzer. Tıpkı SSCB’de olduğu gibi, Türkiye’de de devrim sonrası dönemde kadınlar erkeklerin yaptığı her işte yer almaya teşvik edildi. İlk kadın pilotun göreve başlamasından, doğuya giden kadın öğretmenlere övgüler düzen romanlara, kadın sporculara verilen ayrıcalıklara kadar her şey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadınların önemli kazanımlarıydı. Ancak yıllar geçtikçe yine analık yükseltildi ve kadınlar evlere yöneltildi. Tek bir farkla, SSCB’de bu durum, savaş sonrasında, ihtiyaçtan gerçekleşmişti. Türkiye’de ise aksine kadınların kazanımları savaş sonrasında arttı, daha sonra geri alındı.
Türkiye ve SSCB’nin kadın mücadelesi açısından bir başka benzerliği de, hükümet tarafından büyük bir düşmanlıkla karşılaşılması oldu. Tıpkı SSCB’nin kadın hakları militanlarına baskısı ve kadın haklarını devrimle beraber getirmesi gibi, Türkiye’de feminist kadınları dışlamış, mücadelesine sokmamış, kadınların istediği hakları devrimle beraber vermiş, ancak yıllarla beraber geriye dönüş başlamış.
Devrim dönemlerinde kadınlara “hakkınızı alamazsınız, ancak biz veririz” diyen hükümetlerin başında Türkiye geliyor. Türkiye’de 1. dalga feministler içinde en önde gelen isim Nezihe Muhiddin’dir. Nezihe Muhiddin, 19. yüzyıl sonlarında doğmuş, iki kez evlenmesine rağmen babasının soyadını muhafaza etmiş, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarda çalışmalar yapmış, sahnelenen eserler yazmış bir kadın düşünür. Ancak daha da önemlisi, Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucularından.
Nezihe Muhiddin, cumhuriyetin ilanından önce, cumhuriyeti kadın haklarının alınması için çok uygun bir zemin olarak görür. Bu amaçla Kadınlar Halk Fırkası’nı kurar. Parti programında kadınların milletvekili, hatta asker olması talepleri yer almaktadır.ancak bu talepler aşırı bulunduğu için, parti kapatılır. Hemen ardından talepler daraltılarak, Türk Kadınlar Birliği kurulur. Kadınların seçme ve seçilme hakkının olmadığı ilk seçimde dernek tepki olarak Nezihe Muhiddin’i aday gösterir. Cumhuriyet Gazetesi bu durumu “Havva'nın kızları, Meclis'e girip yılın manto modasını tartışacak” diyerek alaya alır. Saldırılar bununla da bitmez. Dönemin medyasının yoğun saldırısına maruz kalır Nezihe Muhiddin. Bir süre sonra seçme ve seçilme hakkı kadınlara tanınır ancak, son derece militan bir hayat yaşayan, iyi bir hatip, devrimci ve radikal bir kadın olarak hatırlanan Nezihe Muhiddin, önce Türk Kadınlar Birliği’nden daha sonra da siyasetten, hükümet kararıyla uzaklaştırılır.
2. Dalga: Cinsellik ve Doğurganlığın birbirinden ayrıştırılma mücadelesi
Batıda gerçekleşen gelişmeler, doğum kontrolünü güvenli ve kolaylaştıran yöntemler geliştirilmesine sebep olmuştu. Bu durum, kadınların hamilelik riski olmadan cinsellik yaşayabilecekleri anlamına geliyordu. Doğum kontrolü için, yasal olduğu ülkelerde kürtaj, yasal olmayan ülkelerde ise gizli gerçekleşen, tehlikeli, kısırlığa ve hatta ölümlere sebep olan çocuk düşürme yöntemleri dışında da alternatifler üretilmişti. Ancak bu uygulama ve ilaçlar pahalıydı. Kadınlar, bu olanakların tüm kadınların hizmetine sunulması ve pek çok ülkede geçerli olan baskıcı yasaların ortadan kaldırılması için mücadele etmeye başladı.
2. dalganın başlamasında ve teorisinde çok önemli bir etkisi olan Simone de Beavoir, “kadınların kurtuluşu karınlarından başlayacak” diye yazmıştı, İkinci Cins isimli üç ciltlik kitabında. Kitap, yıllardır süren kadın mücadelesinin en önemli öğesine, aile ve toplumsal cinsiyete yönelikti. Simone de Beavoir, özellikle bir tespitiyle (bu tespit daha sonra poüler bir slogan olacaktı) 2. dalga feministlerin hem ideolojik hem pratik olarak yollarını çizdi. “Kadın doğulmaz, kadın doğulur” bu tespitin özeti oldu. İkinci Cins’in üç cildi de dişi cins olarak doğmuş bir insanın, yıllar içinde nasıl eğitilip “kadın” olduğuna ilişkindi. Bütün kitap, cinsiyet rollerinin doğal değil, öğretilmiş olduğunu kanıtlayan bilgi ve deneyimler içeriyordu. Bu teori bir kavramın ortaya çıkmasına yol açtı. Doğal olan ve doğumla beraber belirlenen cinsiyet (sex) ve doğduktan sonra aile ve toplumun etkisiyle şekillenen toplumsal cinsiyet (gender).
Toplumsal cinsiyet kavramı kendi başına çok şey ifade ediyordu. Ama teori ilerledikçe, toplumsal cinsiyetin aslında sadece sonuç olduğu görüldü. Aile üzerinde gerçekleşen ekonomi-politik sistem, patriyarka, toplumsal cinsiyeti meydana getiriyordu ve aslında kendisi çok daha büyük bir sorundu. Aile içinde, ata-erkillik de denilen, babanım ev içinde harcanan tüm emeğe ücretsiz el koyması, yani kölelik, bir tür sömürü ilişkisi doğuruyordu. Bu emek, gerek ev işlerinin, gerekse babaya ait herhangi bir mülk veya işletmenin (tarla, bakkal vb.) kimi işlerinin, kadın ve çocuklar tarafından hiçbir ücret talep etmeksizin yapılmasıydı. Aile işletmelerinde elde edilen kara veya evde çalışan kadının ücretine babanın el koyması ve bu emeğe sadece boğaz tokluğuna sahip olmasının yarattığı kölelik sistemi, feministlerin en çok tartıştığı konulardan biri oldu. Bu emeğin artı değer oluşturup oluşturmadığı konusu ise yine feminizm içinde kimi ana akımlar yarattı, ama bu konuya daha sonra değineceğiz. Beavoir, kadın siyasetini ve feminizmi derinden etkilerken, feministler kürtaj ve doğum kontrolün yasallaşması için mücadeleye devam ettiler. Bu mücadeleler özellikle Kuzey Avrupa ve ABD’de güç kazandı. Fransa’da feministler, 14 yıl süren zorlu bir mücadele verdiler ve 1967’de doğum kontrolü yasallaştı.
ABD eyaletlerinin çoğunda doğum kontrolü yasallaşmıştı. Genel olarak aşırı muhafazakâr kesimler hariç herkes doğum kontrol yöntemlerinin kullanılmasına sıcak bakıyordu. Ancak, bugün bile hiçbir doğum kontrol yönteminin gebelikten yüzde yüz korunma sağlayamadığını düşünürsek, kadınların “cinsellikle doğurganlığı birbirinden ayrıştırmak için” kürtaj hakkını kazanmaları gerekiyordu. Kaldı ki, daha önce de bahsettiğimiz gibi, kürtajın yasak olduğu ülkelerde kadınlar tehlikeli yöntemlere başvuruyorlardı ve bu yöntemler ölümle bile sonuçlanabiliyordu. Feministler İngiltere’de 1967 yılında kürtaj hakkını kazandı.
Amerikalı feministler hem propaganda yapıyor, hem de gerek gizli kadın doğum uzmanlarıyla anlaşıp illegal ama sağlıklı kürtaj olanakları sağlayarak, gerek özel eğitim almış kadınların çalıştığı feminist sağlık kliniklerinde doğum kontrol eğitimleri vererek somut adımlar atıyorlardı. ABD’de kürtajın yasallaşması 1973 yılında gerçekleşti. Bu gelişme diğer ülkelerde de tekrar etti.
Ancak kürtajın yasallaşması, kürtaj olmak isteyen kadınlar için mali kolaylık ve uygun sağlık koşullarında kürtaj yaptırma olanağının sağlanması anlamına gelmiyor. 2. dalga feministler bu konuda da mücadele etti. Dünyanın her yerinde muhafazakârlar bu konudaki yasaların yeniden gözden geçirilmesi talep etmeye devam ediyorlar. ABD’de 1978 yilinda kürtaj uygulayan 15 klinik, yangın çıkarma, saldırı, bomba koyma gibi eylemlerle protesto edildi ve bu tür eylemler artık seyrekleşmekle beraber hala devam ediyor. 68’ sonrasında ABD ve Avrupa’da yaşayan genç kadınlar, kendilerinden önceki kuşak gibi anti-faşist mücadele içinde yorulmamış, yine kendilerinden önce gelen kuşakların kazanımlarıyla iyi eğitim görmüş olarak mücadeleye katıldılar. Çünkü bu kadınlar, gördükleri eğitime rağmen hala karı-anne gibi görülüyorlardı ve bunu kabullenmek istemiyorlardı. Yine bu kadınların teoride ve özellikle de pratikte en önemli yol göstericileri, “özel olan politiktir” oldu.
“Özel olan politiktir”, birkaç manada önemliydi. Öncelikle, kadınların sahip/mahkum oldukları en önemli alan özel alandı. En büyük ezme/ezilme ilişkileri, sömürü ve toplumsal cinsiyet rollerini var eden patriyarka, evden ve aileden, yani hiçbir kamusal aracın müdahalesine imkan verilmeyen “mahrem”den geliyordu. Kadınlar için kamusal alan yasaktı ve aynı zamanda, feministler için en büyük mücadele alanı özel alan oldu. Kamusal alan/özel alan tartışması ve tespiti çok önemli bir gelişmeydi. Daha sonra, özellikle feminist edebiyat alanında başarılı olmuş Kate Millet, Fahişelik Dosyası isimli kitabında, özel alanın politikasını yapmaya başladı. Kitapta kimisi uzun zamandır seks işçiliği yapan, kimisi birkaç kez çıkarları için erkeklerle yatmış çeşitli yaş, ırk, ilgi alanı ve sınıftan kadın, deneyimlerini anlatıyordu. Yazar da, bir zamanlar pek hoşlanmadığı bir erkekle, sırf onu şık restoranlara götürdüğü için çıktığını anlatıyordu. Yani kendisi de, anlatanların bir parçası olmuştu. Üstelik, fahişeliğin ne ayıp bir şey olduğunun, ne de sadece para karşılığı seks yapmakla açıklanabileceğinin ispatıydı. Bu kitap sadece feminizm açısından değil, aynı zamanda akademik anlamda da önemli bir çalışmaydı çünkü, ilk defa “deneyim”, bir bilimsel veri olarak kabul edilmekteydi.
İkinci etkisi, pratikte oldu. Feminizm yalnızca kadınlarla yapılıyordu ve her kadın içindi. Bu, pek çok farklılık ve çok farklı deneyim demekti. Kadınlar cinsel taciz/tecavüzden aile içi şiddete, cinsel haz alma tercihlerinden cinsel yönelimlere konuşulması toplumsal baskılarla yasaklanmış her şeyin politikasını yapıyorlardı. Ancak geçmişten gelen alışkanlıklar, kadınların birbirlerini yargılamadan örgütlenmesini zorluyordu. Bu durum, şu anda da süren ve hemen her feminist grubun kabul ettiği “bilinç yükseltme” pratiklerini beraberinde getirdi. Bilinç yükseltme, temelde belli bir sayıda kadından oluşan küçük grupların, kendilerinden, alışkanlıklarından, utançlarından ve deneyimlerinden bahsederek, hem birbirlerini ve kendilerini tanımaya, hem de toplumsal cinsiyet rollerinin tek tek kişiler üzerindeki etkisini sorgulamaya, bu şekilde de birbirlerini yargılamadan “kız kardeş” olmaya yarıyordu. Kız kardeşlik (sisterhood), 68’ sonrası feministler açısından yoldaşlık demekti ve çok önemli bir gelenek olarak hala sürmekte. Kız kardeşlik yoldaşlık demekti fakat bir taraftan da, sömürü ile şekillenen aileye karşı, bir başka aile ve başka bir kardeşliğin politikasını yapmak anlamına geliyordu.
Türkiye’de 2. dalga feministler 80 sonrasında gerek politikada, gerek kamuoyu gündeminde yer almaya başladı. Feminist kadınlar 12 Eylül sonrasındaki sessizliği bozan ilk hareket oldu. 80 öncesinde İKD (İlerici Kadınlar Derneği) kadın hakları için çalışan bir organizasyondu ancak, temel aldıkları ideoloji sosyalizmdi. Yine de İKD sadece kadınların katıldığı bir dernekti ve kadın kadına mücadele açısından Türkiye’deki ilk deneyimdi. Zaten önceden İKD’li olan bir çok kadın, 80 sonrasında feminist hareket içinde yer aldı.
Türkiye’de feministler önce Somut gibi sol dergilerde yazmaya ve feminist fikirlerin tohumlarını yaşadıkları ülkede atmaya başladılar. Ancak ilk feminist örgütlenme 1984 yılında kurulan Kadın Çevresi oldu. Kadın Çevresi feminist bir yayıneviydi ve feminist bir literatür oluşturmak için kitap basıyordu. Bununla beraber Kadın Çevresi sadece bir yayınevi olarak kalmadı. Aynı zamanda feministlerin ve feminizm üzerine düşünmeye başlayan kadınların birbirini bulduğu bir örgütlenme haline geldi. Daha sonra bilinç yükseltme toplantılarını, feminist dergileri ve kampanyaları örgütleyecek olan kadınlar burada tanıştı ve aktif olarak feminist siyaset üretmeye başladı.
Kadın Çevresi’nde tanışan kadınların ilk çıkardıkları yayın Feminist oldu. 87-90 yılları arasında çıkan Feminist, hem şekilsel hem içerik olarak daha önce Türkiye’de yayınlanmış hiçbir dergiye benzemiyordu. Gerek boyutları, gerek kullanılan renkler, gerek iç tasarımı ama daha önemlisi içeriğiydi. Feminist, teorik bir dergi değildi, ancak feminist teori açısından çok doğru bir dergiydi. Dergide sadece yorumlar değil, kişisel deneyimler de anlatılıyordu ki bu da özel alanın politikasının yapılmaya başlanması demekti. Feminist’i çıkaran kadınlar kendilerini çeşitli sol siyasi görüşlere yakın hissetseler bile, bu dergide sadece feminizmle ilgili yazılar yayınlanıyordu.
Ancak daha sonra Kadın Çevresi’nden ayrılan bir grubun çıkardığı Sosyalist Feminist Kaktüs dergisi, teorik olarak Feminist’i çıkaran kadınlardan ayrılıyordu. Kaktüs dergisini çıkaran kadınlar, özellikle sosyalist kadınlara hitap etmek istiyorlardı çünkü feminizmin ancak bu şekilde politik bir güç olabileceğine inanıyorlardı. 88-90 arası çıkan bu dergiye emek veren kadınlar, kampanyalarda diğer feministlerle beraber çalıştılar ancak teorik ayrılık sebebiyle ayrı hareket ettiler.
Türkiye’deki 2. dalga feministler konuları farklı olsa da tıpkı yurtdışındaki kız kardeşleri gibi çeşitli kampanyalar organize ettiler.
Bunlardan ilki Dayağa Karşı Kampanya oldu. 1987 yılının Nisan ayında Çorum’da bir hakimin şiddet nedeniyle boşanmak isteyen üç çocuklu bir kadının bu talebini, “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gerekçesiyle reddetmesi üzerine kampanya başlatıldı. İlk eylem 17 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu aynı zamanda 12 Eylül sonrasında gerçekleştirilen ilk miting oldu. Daha sonra Kariye Şenliği ve Bağır Herkes Duysun kitabı ile kampanya devam etti. Kampanyanın sonunda ünlü Mor Çatı kuruldu. Bu kampanya ile özel alan olarak görülen “hane”, kamusal alanda tartışılmaya başlanıldı.
Hemen ardından gelen cinsel tacize ya da sarkıntılığa karşı kampanya ve “İffetli Kadın Olmak İstemiyoruz!” kampanyası, Türkiye’de kadın kurtuluş hareketinin gerçekleştirdiği en radikal eylemlere sebebiyet verdi. Cinsel tacize karşı yürütülen kampanyanın sembol mor iğneydi. Mor kurdeleler bağlanmış büyük iğneler, tacize karşı kadınların kendilerini taciz eden erkeklere batırması için vapurlarda ve kamuya açık mekanlarda feministler tarafından dağıtıldı. İğne, ilginç bir semboldü çünkü cinsel tacize karşı silah sayılabilecek bir şeyin kullanılmasının meşru müdafaa olduğunu anlatıyordu. Yakaya takılan iğneler, beraberinde meyhane ve kahvehane baskınlarını getirdi. Bir grup feministin, sadece erkeklere mahsus alanlara baskın yapıp oradaki erkeklerle konuşması, basında büyük tepki uyandırdı. Ancak bu gün bile, şehirli kadınların birçok içkili mekanda eğlenebildiğini düşünürsek, 89 yılında yapılan bu kampanyanın etkilerinin ne kadar büyük olduğunu anlarız. Ayrıca kampanya genel olarak, bir kadın nasıl giyinirse ve ya davranırsa davransın, cinsel tacizin hiçbir özrü olmayacağını ve tecavüzden farkı olmadığını anlatıyordu. Ancak somut hedef olmaması, kampanyanın çok uzun sürmemesine neden oldu.
“İffetli Kadın Olmak İstemiyoruz!” kampanyası, 90 yılında başladı. Büyük ölçüde TCK’nın 438. maddesine yönelikti. Bu maddeye göre, seks işçisi kadınlar tecavüze uğrayınca üçte iki ceza indirimi uygulanıyordu. Sebep olarak, zaten “iffetsiz” olan kadınların tecavüzü hak ettiği ve “iffetli” kadınlara göre çok daha az hasar aldığı öne sürülüyordu. Feministler, sadece seks işçisi kadınlara tecavüzün meşruluğunu değil, kadınların iffetli-iffetsiz ayrımına tutulmasını da protesto ediyordu. Daha sonra da çok sık duyulacak olan “Bedenimiz Bizimdir” sloganı ilk kez bu yıllarda kullanılmaya başlandı. Kampanya, İHD ve Baro’nun da katkılarıyla yasanın kaldırılmasıyla son buldu.
Hemen ardından çok tartışmalı boşanma kampanyası başladı. Evet, feministler patriyarkal aile yapısını protesto etmek için, yani politik nedenlerle boşandılar. Bu kampanya hem kısa sürdü, hem de pek etkili olamadı ama hala Türkiye’de yaşayan feministler bu kampanya ile hatırlanıyor. Oysa bu kampanya halen tartışılmakta ve sona ermeden feminist hareket Türkiye’de büyük bir sönümlenmeye başladı. 90’ların ortasında, feministler sokaklardan çekildi.
2. dalga, pratikte bir dönemdi ve belli ana başlıklar altında sürdürülen kampanyalar ile sona erdi. Ancak teorik olarak, halen devam etmekte. Çünkü hemen ardından gelen 3. dalga ile arasında çok büyük kavramsal farklılıklar taşıyor. Bu yüzden hem Türkiye’de hem dünyada kimi feministler kendilerini ideolojik olarak 2. dalga’ya, kimileri 3. dalga’ya dahil hissediyor. Bunun yaş ve kuşak farkı ile de ilişkisi bulunmakla birlikte, temel fark kimlik meselesi ve toplumsal cinsiyetin algılanışı.
3. Dalga: Kadın Kimliği ve Diğerleri...
3. dalga feminizm dünyada 90’ların ilk yarısı, Türkiye’de doksanların sonu itibariyle başladı. Ancak önce, bu kuşak kadınların durumunu görmeye çalışalım.
70’ler ve sonrasında doğan kadınlar, feminizm duymuştu ve ne olduğuyla ilgili yanlış/doğru fikir sahibiydi. Kimi kadınlar feminizmi saldırgan, lezbiyen/frijit/erkek düşkünü/erkek düşmanı kadınların politik aracı olarak görüyordu. Bir önceki kuşağın uğrunda mücadele ettiği talepler kazanılmış ve elde bir olmuştu. Feminizm güç kaybetmişti, elde edilen haklar vardı ve bunlar kaybedilmiyordu ancak mücadele durgundu. Patriyarka araçlarıyla bir yandan kutsal ailenin propagandasını yapıyor, bir yandan gençlik ve güzelliği yüceltiyordu. Muhalif politikalar ise kimlik ve farklılıklar gibi konularda söz etmeye başlamıştı. O yüzden feminizme ilgili birçok kadın kimlikçi bir feminizme yakınlık duymaya başladı.
İşte bu noktada, 2. dalga feministlerle ayrımlar başladı. 2. dalga feministler, tek ortak noktası kadın olmak olanların verdiği bir mücadele arzuluyorlardı. Yani ırk, cinsel yönelim veya ekonomik sınıf ayrımı mücadelenin içinde yok sayılıyordu, çünkü bu farklılıklar kadınların aynı baskıyı görmesine engel değildi. Örneğin her kadın tacize uğrama tehlikesi ile karşı karşıyaydı. 2. dalganın söylediği diğer bir şey de, toplumsal cinsiyet rollerinin bütünüyle yıkılması gerektiğiydi. Bu yüzden mücadele “feminen” söylemlere tamamen kapalıydı, ne kadınlıkla ne de erkeklikle ilgili durumların yüceltilmesini istiyordu.
3. dalga ise, tamamen farklılıkların dile getirilmesi ile varolmak istiyordu. Örneğin, lezbiyen kadınlarla heteroseksüel kadınlar, tamamen başka ezme/ezilme ilişkileri yaşıyordu 3. dalga feministlere göre. Önce bu farklılıkları görmek ve ortak noktalar üzerinden siyaset yapmak gerekiyordu. Bu kimlikler biyolojik sebepler de, kapitalist veya partiyarkal ilişkilerle de oluşsa, bu kimliklerin kabulü gerekiyordu. Tam bu noktada, 2. dalga’nın toplumsal cinsiyet rollerini yıkma talebi ile çelişildi. Kadın olmak hem bir cinsiyet rolü, hem bir kimlikti. Erkek kimliği eril iktidara sahip olduğu için doğal olarak ezen oluyordu, ancak kadın kimliğinin böyle bir ezme misyonu yoktu ve bu yüzden rahatlıkla yaşatılabilirdi.
3. dalga feministler kendilerinden önce gelen kuşağı evrenselci, farklılıklara karşı duyarsız, orta sınıf ve heteroseksist olmakla suçluyor. Bu, bir açıdan doğru olabilir çünkü gerçekten de 2. dalga feministler taleplerini gündeme getirirken varolan farklılıkları yok saydı. Bu taleplerin gündeme getirilmesi 3. dalga’nın başlangıcına denk gelir. Ancak başka bir taraftan 2. dalga, sadece hak eşitliği ile sınırlı kalmayan bir eşitlikçilik anlayışı ile hareket etti ve buna çok özen gösterdi. Önceden görmediği konulara karşı, 3. dalga’nın da etkisiyle çok duyarlı oldu. Aslında temel olarak, 2. dalga, mutlak eşitlik isterken, 3. dalga, farklılıkların değerli olduğuna vurgu yapıyordu. Bu da, yepyeni bir dünya kurulsa bile, farklılıkların muhafaza edilmesi anlamına geliyordu. daha öncede belirttiğimiz gibi, 2. dalga feministler Wolstonecraft’ın şu sözlerini slogan haline getirmişti: “Kadın ve erkek arasında cinsel arzulama dışında hiçbir fark kalmayıncaya kadar mücadele!..”
Türkiye’de 3. dalga, Kürt kadınlar örgütlenmesi ile başladı ve devam etmekte. Türkiye’de negatif bir durumda olan Kürt halkında kadın durumu, ilk kez Saddam Hüseyin’e yönelik intihar eylemi sırasında yakalanan ve öldürülen Leyla Kasım ile anılmaya başlandı. Bu olay ve Kürt kadınların örgütlenme çalışmaları ile ilk kez, bu coğrafyada yaşayan Kürt kadınların yaşadıkları görünür oldu. Bir taraftan Kürt halkının yaşadığı zorluklar, bir yandan patriyarkal aile yapısı, bu kadınları önce Kürt hareketine yöneltti. Bir çok Kürt kadın gerilla olarak dağa çıktı. Bu hem aileden bir kaçıştı hem de yaşanılan zorlulara karşı mücadele yöntemiydi. Başta hem aileler kızlarının evden çıkmasına tepkiliydi hem de erkek gerillalar kadınların hantal olduğu gerekçesiyle yanlarında istemiyordu. Ancak bu durum zamanla aşıldı, hatta gerillanın içinden bir grup kadın Partiya Jinana Kurdistan’ı (Kürdistan Kadın Partisi-PJA) kuruldu. Bu örgüt hem ulusal kurtuluş mücadelesi hem de kadın kurtuluş mücadelesi veriyordu. Örgüt başta feminizme uzak dursa da, ilerleyen yıllarda kadın kurtuluş mücadelesine daha sıcak bakmaya başladı.
Legal alanda ise, Kürt kadınları mücadeleye devam etti. Bu kadınlar feministler ile yakın bir ilişki içindeydi. Dicle Kadın Kültür Merkezi, başta Yaşamda Özgür Kadın adıyla çıkan ama kapatılınca “Özgür Kadının Sesi” ismiyle yayın hayatına devam eden dergi, en somut örnekler.
Daha sonra Roza ve Jujin dergileri, hem Kürt kadının sesini dile getiriyordu, hem de feminist bir perspektife sahipti. Bu durum, taciz, tecavüz, ensest gibi konularda söz söylemeleri ve hem Kürt kadınlara, hem de tüm Türkiyeli kadınlara açık olduklarını söylemeleri şeklinde gerçeklik buldu. Tam bu noktada Kürt hareketinden bağımsız ama bağını koparmayan bir mücadele başlamış oldu ve halen sürmekte.
Elbette sadece Kürt kadınlar, kendi kimlikleri üzerinden siyaset yapmaya başlamadı. Çeşitli eşcinsel hakları örgütlerinde mücadele veren kadınlar, feminist hareketle ilişkiye geçti. Ama bambaşka bir tarafta, ilk kez Müslüman kadınlar kendi hakları için mücadeleye başladı. Buna ilk örnek üniversitelerde türban yasağı ile başlayan protestolar olarak görülebilir. Ancak sadece bu değil. Bu sadece en bilinen örnek. Türban yasağına karşı gerçekleştirilen protestolar feminist kadınlarla Müslüman kadınların en önemli ve en çok bilinen teması sayılabilir. Ancak dönem Müslüman kadınlara destek veren feministlere, karşı taraftan hiçbir destek gelmemişti daha sonraları. Fakat bazı kadınlar, kendilerine feminist demeseler de, feminist kadınlarla ortak talepleri olduğunda mücadele etti. Bunun en önemli istisnası Gonca Kuriş oldu. Gonca Kuriş, türbanlı bir kadındı, kendisinden “ben imanlı feministim” diye söz ediyordu ve bir yandan kadın hareketi içinde, bir yandan muhafazakar çevrede söz sahibiydi. Ancak muhafazakar çevre onun hem Müslüman, hem feminist oluşuna hoşgörüyle yaklaşmadı. Gonca Kuriş, İBDA-C tarafından kaçırıldı ve öldürüldü. Feminist hareket Gonca Kuriş’e sahip çıktı ve onu öldürenleri protesto etti.
İdeolojik farklılıklar gösterse de, feminist kadınlar yakın zamanda hep birlikte kampanyalar gerçekleştirdiler.
Bunlardan bir tanesi göz altında taciz ve tecavüze karşı oldu. Politik sebepler dolayısıyla gözaltına alınan kadınların devlet tarafından taciz ve tecavüze uğruyor olması görünür kılındı. İlk kez Asiye Güzel’in davası ile başlayan kampanya, daha sonra da kimi davalar açılması ile devam etti. Feminist kadınlar konuyla ilgili protesto eylemleri gerçekleştirdi ve devletin “erkek” bir kurum olduğu, patriyarkanın devamı ve güçlenmesini sağlamak için her zaman çalışacağı söylemi dile getirildi. Bu davalar bugün hala sürmekte.
İkinci kampanya, yani töre cinayetlerine karşı yürütülen kampanya, kamuoyunda çok daha geniş yankı uyandırdı. Öyle ki, kampanyanın güçlendiği dönemlerde, töre cinayetleri sanki yeni gerçekleşen olaylarmış gibi anlatılıyordu. Oysa bu gerçek, yüzyıllardır bu topraklarda yaşanıyordu, ancak feminist mücadele görünür kılınmasına yol açmıştı. Tecavüze uğrayan ve hamile kalan, çocuğu doğurmak için İstanbul’a kaçan, ancak burada çocuğunu doğurduktan sonra ailesi tarafından bulunan, sokakta yediği ilk kurşunlarla ölmeyen ancak kaldırıldığı hastanede hiçbir güvenlik önlemi alınmadığı için tekrar bulunup öldürülen Güldünya Tören, kampanyanın en önemli sembollerinden biri oldu. Güldünya’nın naaşı ailesi tarafından kabul edilmediği için feministler tarafından alındı ve cenazesinde de yine feministler vardı. Ancak hakim Güldünya’nın çocuğunu ailesine teslim etti.
Kampanyanın iki talebi vardı. Bunlardan biri, yeni TCK kanunu ile ilgiliydi. Öncelikle, daha önce namus cinayetine uygulanan yasanın değişmesi ile ilgiliydi. İkincisi ise, ailesinden kaçanlar için sığınak yapılması talebiydi.
Sığınak yapılması talebi, Türkiye’de ne kadar gündeme getirilse azdır çünkü Türkiye’de sığınak sayısı o kadar yetersiz ki, etkileri çok az sayılıyor. Kaldı ki varolan sığınaklar da yeterince iyi gizlenmiyor, kapasite azlığı ve kadınlara iş imkanı sağlama çalışmalarının olmaması sebebiyle kadınlar bir süre sonra evlerine dönmek zorunda kalıyor. Mor Çatı gibi feministlerin emeğiyle yürüyen özerk sığınaklar ise şu anda kapalı ancak halen danışma hizmeti veriyor.
Yasanın değişmesi ile ilgili karar ise, bir başka kampanya ile bağlantılı. Yeni TCK ile, 2001 yılından sonra yapılan evliliklerde, boşanma sonrasında evlilik sırasında edinilen tüm mal varlığı paylaşılıyor. Bu da, kadınlar için büyük bir avantaj sağlıyor. Ancak, 2001 yılından önceki evlilikler için bu geçerli değil. Hem namus cinayetine ceza indiriminin iptali hem de 2001 yılından öne gerçekleşen evliliklerde de mal paylaşımı maddesi için 2004 kasım ayında feministler meclise bir yürüyüş gerçekleştirildi. Protestoların sonunda, namus cinayeti ile ilgili kazanım gerçekleşti ancak mal paylaşımı yasası değişmedi. Bunun üzerine tüm Türkiye’de özel eğitim almış kadınların gerçekleştirdiği seminerlerle kadınların yeni TCK’dan yararlanmaları için yapmaları gerekenler anlatıldı.
Hem Türkiye’de hem dünyada bu gün, kimi feministler kadın sorununu kapitalizm ile ilişkili görürken, kimi feministler, politik görüşleri ne olursa olsun, bu iki durumu birbirinden ayırıyor. Türkiye’de şu anda üç ulusal yayın (Amargi, Feminist Çerçeve ve Pazartesi Dergisi), bir çok yerel yayın çıkıyor. Amargi, Feminist Kadın Çevresi gibi örgütlenmeler, kimi partilerin kadın kollarında çalışan feminist kadınlar ve birçok bağımsız kadın, mücadeleye devam ediyor. Ayrıca dünyanın her yerinde feminist politika üretilmeye devam ediliyor.